mübadele etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mübadele etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2014 Cuma

1964’TE TÜRKİYE’DEKİ YUNANLILARIN SINIR DIŞI EDİLMELERİ



Geçtiğimiz günlerde Babil Derneği (Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği) tarafından, Tophane Lüleci Hendek Caddesi’ndeki eski Tütün Deposunda “20 Dolar 20 Kilo”  adlı 30 Mart’a kadar devam edecek olan bir sergi açıldı. 1964’te Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarının toplu olarak sınır dışı edilmelerinin 50. Yılı vesilesi ile düzenlenen 20 Dolar 20 Kilo Sergisi ile birlikte birçok medya organında “Bilinmeyen sürgün” ya da “1964 sürgününün gizli yönleri” şeklinde başlıklar çıktı.

15 Mart Cumartesi saat 16'dabahsi geçen sergi mahallinde; “İstanbul'un Son Sürgünleri” başlıklı, Rıdvan Akar, Cengiz Aktar, Ceren Sözeri, İlay Örs, Samim Akgönül, sürgün mağduru olarak lanse edilen; Dionysinos Angelopoulos ve Eirini Fragkou ile İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu’nu temsilen Mihail Mavropoulos’un konuşmacı olarak katılacağı bir panel de düzenlenecektir.

Babil Derneği yetkililerine göre; “Yakın tarih bildiğiniz gibi değil, size anlatıldığı gibi değil.”dir… Babil Derneği; 1964’te Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarının toplu olarak sınır dışı edilmesini bir “Tehcir” olarak kabul etmektedir ve önümüzdeki Ekim ayında Bilgi Üniversitesi’nde bu konuda ayrıca uluslararası bir konferans da tertipleyeceklerdir.

Geçtiğimiz yüzyılda Dünya’nın birçok yerinde maalesef trajediler yaşanmış ama bu trajedileri yaşayanlar ile yaşatanlar bir noktada barışmaya çalıştılar. Bu konuda; Nazilerin Yahudilere yaptıkları ya da Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombalarını ve daha birçok örnekleme yapmak mümkün…

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de yaşanan “Varlık Vergisi” ile “6-7 Eylül Olayları” da bu bağlamda gerçek birer trajedidirler ve bunu birçok yazımızda vurguladık.

1942’deki  “Varlık Vergisi” TBMM’de kabul edilmiş, kanunla salınmış bir vergidir ve iç kamuoyu ile uluslararası platformlardaki tepkilerin neticesinde kaldırılmış, ancak yürürlükte kaldığı sürede yaşananlardan ötürü ardında binlerce mağdur bırakmıştır.

1955’teki “6/7 Eylül” olaylarının boyutu ise ancak devletin bazı katmanlarının organizasyonu ile oluşabilecek mahiyettedir ve bu hadise de ardında binlerce mağdur bırakmış, hatta bu olayların ardından küserek Türkiye’den göç eden bir dalga da yaratmıştır.

Bu her iki olay da Türkiye’nin ayıbıdır ve tabi ki bunların yaşanmaması gerekirdi. Göz ardı edilmemesi gereken ise bu her iki trajedinin de Türkiye tarafından kabul edilmiş ve mağdurlarına özür ile tazminatların ödenmiş olduğudur.

Son yıllarda Varlık Vergisi ile 6/7 Eylül hadiselerinin yanı sıra başka iki husus kullanılarak Türkiye hakkında gerçek bilgilere haiz olmayan iddialar ortaya atılmaya başlandı. Bunlardan biri 1923/24 Mübadelesi ve diğeri de 1964 sürgünleridir.


1923/24 MÜBADELE-İ AHALİ

Nüfus Mübadelesi; Lozan Anlaşması’nın ardından Lozan’da taraf olan ülkelerin ve Türkiye ile Yunanistan’ın da karşılıklı anlaşmalar çerçevesinde kabul ve birlikte uyguladıkları bir nüfus değiş tokuşudur ve BM’nin oluşturduğu, “Mübadele-i Ahali Komisyonu”  tarafında organize edilerek uygulanmıştır.

Mübadele kapsamında; Yunanistan’da yaşayan Türk asıllı Yunanistan vatandaşları ile Türkiye’de yaşayan Rum asıllı Türk vatandaşlarının değiş tokuşu sağlandı. Batı Trakya’da yaşayan Türkler ile İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumlar bu mübadeleden muaf tutuldular. Bu göç vesilesiyle mağdur olanların sayısı çok fazladır ama oluşan mağduriyetlerde tek başına Türkiye suçlanamaz ve bu bağlamda Mübadeleyi Türkiye’nin yarattığı bir trajedi olarak kabul ve lanse etmek ise tam anlamıyla bir haksızlıktır. Çünkü ahali değiş tokuşunu gerçekleştirmek üzere kurulan uluslararası komisyonda; Türkiye ve Yunanistan taraflarını temsilen dörder kişi ile BM tarafından, (1.Dünya Savaşı’na katılmamış ülkelerden) seçilen üç kişi görevlendirilmiş ve adına kısaca “Karma Komisyon” denilmiştir.

Karma Komisyon görevini 8 Ekim 1923’ten, 21 Haziran 1924’e kadar Atina’da daha sonra ise İstanbul’da sürdürmüş, mübadelenin tamamlanması üzerine de BM tarafından feshedilmiştir.


1964 SÜRGÜNLERİ

Yazımızın ana konusu, 1964’te alınan bir kararla Rumların, Türkiye’den gönderilmeleridir.  Nasıl ki Lozan’dan sonra ahali değiş tokuşu, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde gerçekleştirilmiş ise 1964’te de aynı şekilde ve uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşları, 1930 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nın iptal edilmesi üzerine sınır dışı edildiler.

Tabi ki 1964’te de çok sayıda mağduriyet oluştu ama bu olayı tam bir perspektif ile irdelemeden, sadece 16 Mart 1964’te başlayan sınır dışı işlemini ele alarak Türkiye’yi suçlamak ve bunun adına “zorunlu göç” ya da “sürgün” demek haksızlıktır. 1964 ile ilgili hakikati aşağıdaki şu iki cümle ile özetlemek mümkündür:

Türkiye 1964’te kendi vatandaşları olan Rumları sınır dışı etmedi!

Türkiye 1964’te Yunanistan vatandaşlarını sınır dışı etti!

Sürgün tanımlaması; bir ülkenin kendi vatandaşı olanları hudut dışı etmişse kullanılabilir. Her ülkenin toprakları üzerinde yaşayan kendi vatandaşı olmayan kişiler için ikamet izni vermemek, yenilememek ve gerektiğinde sınır dışı etme hakkı uluslararası kurallar gereği vardır.

Burada şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekiyor: Tabii ki 1964’te TC vatandaşı olduğu halde mecburen gidenler de oldu. 1930’dan itibaren Yunanistan vatandaşları ile Rum asıllı Türk vatandaşları arasında evlilik yolu ile yoğun aile bağları oluşmuş durumdaydı ve bu tür ailelerin bireylerinden olup zaruri olarak Türkiye’den ayrılanlar da azımsanamaz.

Yazımızın devamında anlaşılacağı gibi; Türkiye ile Yunanistan arasında, Kıbrıs dolayısı ile bir “Savaş Hâli” mevcuttu. Bu bağlamda hükümetin esas amacının, etnik olarak sadece Yunanlı olanların sınır dışı edilmelerini amaçladığı görülmektedir.

(Yazarın Notu: 1993 ile 2007 yılları arasında Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı’nda yönetim kurulu üyeliğimiz oldu. Bu süreçte vakıf belgeleri arasından anladığımız üzere sınır dışı işleminin sadece etnik olarak Yunanlı olanlara yönelik olduğu anlaşılmaktadır.)  

İstanbul’daki Bulgar Cemaati’nin mensuplarının büyük bölümü geçtiğimiz asırda Yunanistan’daki Ege Makedonya’sından gelerek İstanbul’a yerleşmiş kişilerdir. Bunların bir kısmı Türkiye’ye Yunan pasaportu ile gelmişler ve süreç içinde TC olmak için talepte bulunmamışlardır.

1964’te Türkiye’deki Yunan vatandaşlarının ikamet tezkereleri uzatılmayarak sınır dışı edildiklerinde bu kişiler, Bulgar Kilisesi’nden etnik açıdan Yunanlı olmadıklarını gösterir belgeler alarak ve bunları ilgili makamlara sunmak suretiyle sınır dışı edilmemişlerdir. Hatta Türkiye Cumhuriyeti daha sonra özel bir kararname çıkartarak, Yunanistan vatandaşı olan Bulgar Cemaati mensuplarına kısa sürede Türk vatandaşlığı vermiştir.

1964’te Yunanistan ile Türkiye; Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Yunanistan vatandaşlarının ikamet tezkerelerini iptal ederek sınır dışı etmesine neden olan başka hususlar da var! Bunların en büyüğü Aralık 1963 sonunda Kıbrıs’ta,  Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik katliamdır.

20 Aralık’ta, Kıbrıs’taki Türk köylerinde çok sayıda katliam yaşandı. “24 Aralık Noel Gecesi” Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız ailesi; eşi Mürüvvet, küçücük evlatları Kutsi, Hakan ve Murat “Dînî Bütün Hıristiyanlar” tarafından hunharca katledildiler!

Bir banyo küvetine sokularak katledilen bu insanların fotoğrafı Türkiye’de ve Dünya’da büyük infial yarattı. Bu olaydan sonra Kıbrıs’ta 103 köy boşaltıldı toplamda 25 Bin kişi gerçek anlamda kendi vatandaşı olduğu ülkeden “sürgün” oldu.  Bu trajik olayın fotoğrafı ise yıllarca akıllardan çıkmadı ve Kıbrıs ile ilgili her olumsuzlukta medyada kullanıldı. (Örnek: 22 Aralık 1985 Milliyet)

Bu arada 1964 başında bir başka gelişme de olmuş ve Beyoğlu’nda gizli faaliyet gösteren bir Yunan derneği ortaya çıkarılmıştı. Derneğin adı; “Elliniki Enosis” yani “Helenik İlhak”tı.  “Enosis” yani “İlhak” Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasının simgesel söylemidir.

Kıbrıs Başpiskoposu olmadan önce İngiltere’nin Başpiskoposu olan ve Kıbrıs’a gittiğinden sonra katliamları tetikleyerek tarihe “Kanlı Papaz” olarak geçen “Makarios” da bu yöntemi daha önce kullanmış, İngiltere’de yaşayan Yunanlılardan zorla bağış adıyla haraç topladığı için ülkeden kovulmuştu.

Aynı yöntemin İstanbul’da da gerçekleştirildiği bu derneğin deşifre olmasıyla ortaya çıkınca ortam daha da gerildi. Savaşın eşiğine gelinmiş bir ortamda; Türkiye’de böyle bir adla gizli faaliyet gösteren ve kayıt dışı makbuzlarla Rum Cemaati’nden bağış ya da haraç toplayan bir derneğin varlığı İsmet İnönü Hükümeti’ni harekete geçirdi. Derneğe yapılan baskında binlerce bağış sahibinin adı ortaya çıktı ki bunların büyük bir kısmı Türkiye’de 1930 Anlaşması’na istinaden ikamet eden ve TC vatandaşı olmayan Yunanlılardı.

13 Mart 1964’te ise ortam daha da gerildi! Kıbrıslı Rumlar muhasara altında tuttukları Türk köylerine insani yardım gönderilmesini engellemeye başladılar ve 10 Türk köyüne daha saldırdılar.

Bu olay artık bardağı taşıran son damla oldu ve Türkiye; “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı, 1930 yılında Türkiye adına imzalayan İsmet İnönü’nün bizzat verdiği bir önerge ile feshetti. Böylece Yunanistan vatandaşı olanların sınır dışı edilme işlemleri başladı.

1964 Sürgünleri; sürgün değildirler. Günün savaş şartları çerçevesinde, kendi vatandaşı oldukları ülkeye sınır dışı edilen Yunanistan vatandaşlarıdır.

6 Şubat 2014 Perşembe

GAYRİMÜSLİMLERİN TÜZEL KİŞİLİKLERİ: "SORUNLAR VE HAKLAR" 2. KONFERANSI


30 Ocak’ta Gayrimüslimlerin Tüzel Kişilikleri: "Sorunlar Ve Haklar" 2. Konferansı, Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisi ortaklığı ve Venedik Komisyonu katkılarıyla, Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü, Mahkeme Salonu’nda gerçekleştirildi.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü adına izlediğimiz bu konferanstaki katılımcıların yaptığı konuşmalardan bir kısmını (özetle ve) yorum yapmadan sunum sıralamasına göre burada paylaşıyoruz.

Açılış Konuşmaları:

Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turgut Tarhanlı

Lozan’dan doğan hukuki eşitlik Türkiye açısından tartışmalıdır. Son 10 yılda ise daha çok sorun olan bu tüzel kişilik sorunlarını bugün tartışacağız. Azınlıklara Lozan’da verilen izinler uygulamada sağlanamamıştır. Türkiye Gayrimüslim azınlıkların haklarını tanımada negatif durumdadır. Bu bağlamda; bugün 37/45 maddeler, uygulamasında insan hakları açısından tartışmalıdır çünkü bu maddeler o günün şartlarına göre hazırlanmıştır. 1923’ten sonra uluslararası hukuk çok ileri gitti ama Türkiye şu anda bu hususlarda hayli geri kalmıştır. AB ve Avrupa Birliği Konseyi kararları referans alınmamaktadır. BM uygulama ve standartları ile AİHM kararları özellikle 9. Madde ki bu din ve vicdan ile ilgilidir uygulanmalıdır. 9 ve 11 aralarında elzem bir bağ kurularak uygulanmalıdır. Aslında 9 ve 11 bize Lozan hükümlerinin nasıl uygulanmasını da gösteriyor ancak bizde kötü bir hukuki hafıza bulunmakta. 70’li yıllarda Yargıtay Hukuk Kurulu’nun yorumu o tarihten sonra azınlıkların dini kurumlarının taşınmaz mal edinmelerini kısıtlamıştır. Mazideki olumsuz hususları hatırlamamamız ve düzeltmemiz için ne yapmamız gerekir? Bu konferans işte bu amaçla tertiplenmektedir.

AB Bakanlığı Bakan Yardımcısı Dr. Alaattin Büyükkaya

Sevgi, saygı ve hoşgörü Osmanlının Balkanlardaki en büyük izidir. Bugün Dünya’da son 80 yılda dillerini unutmuş, unutturulmuş çok coğrafya var. Oysaki Osmanlının coğrafyasında bulunan tüm etnik unsurların din, inanç ve özellikle dil sorunları olmamıştır. Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın katkılarıyla 2010 yılında çıkartılan genelge ile Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından azınlıklara iade edilen taşınmazlar, yaklaşık 2.5 Milyar Euro’dur. Büyükada Yetimhanesi de bu süreçte Fener Rum Patrikhanesi’ne iade edilmiştir. Sümela ve Akdamar’da ibadet için verilen izinler, Diyarbakır Surp Griogorios Kilisesi bu konuda Türkiye’nin sağladığı önemli adımlardır. Lozan ise herkese yönelik olmalı, bir tarafa negatif, bir tarafa pozitif hak sağlamamalıdır. Mesela biz bu adımları atarken Atina’da şu anda bir cami yok! Selanik’te mezarlık yok! İnsanlar merhumlarını gömmek için Batı Trakya’ya gitmek zorundadır.

Biz Türkiye olarak kendi vatandaşlarımıza her türlü hakkı vermeliyiz ki bunu sağlıyoruz. Ama kendi hukukumuzu sorgularken diğer insanların da hukukunu sorgulayın. Dışarıdaki Türklere AB normuna uymayan çok şey yapılıyor, bunlar için de gayret gösteriniz. Burada Sümela açılırken orada Lozan’a taraf ülkeler ne yapıyor? Mesela Müftü seçimine yapılan engeller! Mesela Türk adlarının kullanılamaması! Bunları da gündeme getiriniz.

Biz Türkiye olarak AB’ye hazırız ama bakın elli yıl oldu sürekli bize zorluk çıkartılıyor. Açın fasılları gerekeni yapalım diyoruz. Bizden çok geriden gelen ülkeler AB üyesi oldular. Bakın Hırvatistan da AB üyesi oldu. Fakat bazı fasıllarla ilgili eğitimi biz onlara verdik. 1963-2014 biz hâlâ bekliyoruz! Bu kabul edilemez bir durumdur! Azınlık hakları diyorsunuz ama biz tüm vatandaşlarımızın refahı için zaten gayret içindeyiz. Madem Atina’da cami yok! Orada da lobi yapınız ki azınlık hakları tek taraflı olmasın, bunlar da söylenmeli ki adil olunsun. Bu toplantı bir ihtiyaçtır ama kazanımlar karşılıklı olmalıdır.

Cemaat Vakıfları Temsilcisi Laki Vingas 

13 Mayıs 2013’te ilki yapılan ve azınlıklar için çıkış yolları aradıkları bu toplantıyı tekrarlamaktan hoşnut olduğunu ifade etti. Çok hızlı gelişen ülke gündeminde önemli bir ihtiyaç olan dini özgürlükler için Venedik Komisyonu standartlarına uyulması gerektiğini vurguladı.

1. Oturum Gayrimüslim Cemaatler: Tarih, Toplum Ve Hukuk 

Prof. Dr. Arus Yumul - Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi “Temsil, Karşı temsil ve Gayrimüslimler” 

Gayrimüslim teriminin ayrıştırıcılığı hakkında konuştu Gayrimüslim teriminin Müslüman teriminin karşıtı olmadığını ve aşağılayıcı bir mana ifade ettiğini söyledi. Türkiye’nin 19 Y.Y.dan bugüne asimilasyon tutumu içinde olduğunu, Türkiye’deki Gayrimüslim düşmanlığını; vatanın bölünmez bütünlüğünün teminatı olarak kabul edildiğini söyledi. Türkiye’de birine “Ermeni” ya da “Ermeni Dölü” denmesinin çok büyük bir hakaret olarak kabul edildiğini, Türklerin Ermeniler ve diğer azınlıkları misafir olarak gördüğünü ve “Misafir ev sahibine müteşekkir olmalıdır” görüşünün bulunduğunu ve bazı Türklerin “Benim Ermeni arkadaşım da var” şeklindeki söylemlerini bir hakaret olarak kabul ettiğini belirtti. Sonra sosyal medyadan örnekler vererek; Ekşi Sözlük, Kötü Sözlük Uludağ Sözlük, Uykusuz Sözlük, Santral Sözlükten topladığı Ermeni karşıtı cümleleri ardı ardına ironi de yaparak Türkiye’deki Ermeni düşmanlığını eleştirdi.

Prof.Dr. Elçin Macar - Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi “Tüzel Kişilik Meselesi ve Ruhani Kurumların Geçmiş Deneyimi” 

Gayrimüslimlerin sıkıntılarında tüzel kişilik sorunları birinci husustur. Osmanlı döneminde bunun Babıali tanımlamıştı ve hiçbir sorun yaşanmıyordu ama Türkiye Cumhuriyeti bunu tanımlamaktan daima kaçınmış ve konjektüre göre davranmayı tercih etmiştir. Söylemde herkes eşittir denmekle birlikte uygulamada bu daima zıttı oldu ve Gayrimüslimler ulusun dışında kaldılar böylece Devletle ilişkilerinde zor anlar yaşadılar. Rum Patrikhanesi’nin kabul edilmeyen tüzel kişiliği ve Ekümenik vasfını Dünya tanımaktadır ama bizde “başpapaz” olarak kabul edilmektedir. Tüzel kişiliği olsaydı tabi ki başpapaz denemezdi ve Ruhban Okulu için de muhatap olarak dava açılabilirdi. 2007’de Yargıtay tarafından verilen bir kararla, yüksek mahkemenin hiç de görevi olmadığı halde Patrikhane’nin Ekümenik olmadığına hukuksal bir karar verilmiştir ve bu abesle iştigal demektir.

2. Oturum Azınlık Politikaları Işığında Tüzel Kişiliğin Önemi 

Laki Vingas - Cemaat Vakıfları Temsilcisi “Gayrimüslim Azınlıkların Temsili ve Tüzel Kişilik Eksikliği” 

Bu akademik çalışmalar bir başlangıçtır ve daha da devam edeceğiz. Ben 2008’de ve 2011’de bu göreve seçildim. Bu mesuliyetli bir görevdir ve bunu ifa etmeye çalışıyoruz, karşılıklı tartışarak sorunları çözmek için gayret ediyoruz. Tüzel kişilik olarak görülmüyoruz ama bir yandan da Devlet seçimleri takip ediyor. Bu seçimler 15/20 yıl arayla olunca tabi ki bir anlam ifade etmiyor ve seçim disiplinsizliği de yaratıyor. Bu yoruma açık seçimlerde kargaşa ve husumetler çıkıyor. Bu aksamalar da hizmetlerde inkitaya neden oluyor. Bu belirsizliği gidermek için bir ana statüye gerek var. Örgütlenme hakkımız olmalıdır. Bu nedenlerle Gayrimüslim cemaatlerin yapısı negatif gelişmektedir. 100 sene evvelki örgütlenme biçimini beklemek mutlaka doğru değildir ve Rum vakıfları süratle birleştirilmelidir. Fermanların devamıyla bu iş yürümez teori ve uygulamada amacım sıkıntılara dikkat çekmektir. 60 kadar mazbut vakfımız var. Devlet bu durumlarda mazbut İslam vakıflarına göre davranıyor. Mazbutaya alınan vakıflarda Devlet restorasyon yapmışsa bile cemaatin söz hakları yok olmamalıdır.

Dr. Adnan Ertem - Vakıflar Genel Müdürü “Cemaat Kurumlarının Osmanlı’dan Günümüze Yapılandırılması, Tüzel Kişilikler ve Mülkiyet Hakları” 

Bugün buradaki konuşmamda size iki farklı kimlikle hitap edeceğim. Konuşmamı bir akademisyen sıfatıyla yapmak istiyorum ancak mevzuat ile ilgili bir sorunuz olursa bu kez de size vakıflar Genel Müdürü olarak hitap ederim.

1935’teki Vakıflar Kanunu ülkemizde bu konuda bir milattır. Kamuoyunda bu kanun beyannamelerin verildiği yıl olan 1936 olarak bilinir ve “36 Beyannamesi” olarak tanımlanır. 1936’da Türkiye Cumhuriyeti azınlık vakıflarına pozitif anlamda bir yapı sağlamıştır. Burada şu an konuştuğumuz dini maksatlı cemaat vakıflarını yeni vakıflarla karıştırmamak gerekir. Bu vakıflar tarihsel bir süreç ve bu süreçten gelen taşınmazları ve dini hizmet verdikleri bir cemaatle birlikte tanımlanırlar ve Türkiye’nin bu vakıflara sağladığı haklar; kuruluş belgelerindeki ya da fermanlarındaki amaçların dışına çıkamaz. Bunlar dini vakıflardır ve en başta da ticari faaliyet yapamazlar. Aslında Türkiye’nin de bu vakıflara sağlayacağı imkânlar; dini ya da kendi kültürel hizmetleri için gereken sınırları aşamaz. Fakat biraz evvel değindiğim gibi ülkemizde bu iştigal alanları dışında vakıf kurmak Anayasal bir haktır. Her türlü yardım ve kültür amacıyla vakıf kurabilirsiniz. Musevilerin 500. Yıl Vakfı’nı bu konuda örnek olarak gösterebilirim. Ama Lozan’ın verdiği ayrıcalıklı statü sadece kilise, mezarlık ve hayratları ile sınırlıdır.  Bu statüyü yaşattığına inanılan vakıflar faal diğerleri ise mazbuttur. Mazbut vakıflardan olup restorasyonunu yaptığımız taşınmazlar vardır ki bunları restorasyonu tamamladıktan sonra faydalanma açısından kendilerine bırakmak niyetindeyiz. Hakların kısıtlanması noktasında mütekabiliyeti dikkate almadan yaptıklarımız ortadadır. Buna rağmen yapılan birçok tenkidin ise haksızlık olduğu kanaatindeyim.

3. Oturum Uygulamada Hukuk Ve Politika 

Av. Ali Elbeyoğlu “Patrikhanelerin Tüzel Kişiliklerinin Olmamasının Yol Açtığı Hak Arama ve Mülkiyet Sorunları” 

Patriklerin TC olmaması onları yok saymaktır. Bu da işlerini muvazaalı yapmalarına neden olmaktadır. Sansaryan Han evvelâ Ermeni Patrikliği tarafından yönetildi sonra elden çıktı ve İl Özel İdaresi’ne geçti. Tüm bu süreçte, tüzel kişilik var gibi de davranılmıştır. Tüzel kişilik idari yargıda çok önemlidir. Sansaryan Han davasında Devlet Ermeni Patrikliğini çok zararlı bir hasım olarak sayarak işlem yapmıştır. Sansaryan Han; Emniyet Müdürlüğü olduğu süre içinde bilindiği gibi işkence merkezi olmuştur. Şu anda gelinen iade edilmesi noktası ise malumun ilânıdır. Bu ülkede Kürt ve Aleviler de yıllarca yok sayılmışlardır. Başörtüsüne yapılan baskı da yakında hallolan bir başka husustur. Geçtiğimiz sürede Türkiye’de en az ilerleme sağlanan husus ise azınlık haklarıdır. Bir köy derneğinin bile tüzel kişiliğinin var olduğu bu ülkede patrikhanelerin tüzel kişiliği yoktur.

Av. Setrak Davuthan “Cemaat Vakıflarının Tüzel Kişilikleri” 

Osmanlı’da hükmü şahsiyet mevhumu vardı ve o günkü mevzuat gereği tapular “namı müstear” olarak ya bir aziz ya da bir saygıdeğer kişi adına tescil edilmekteydi. Bu kurumlar Osmanlı Hayri kurumları olarak sayıldılar. Patrikler millet başıydılar. Osmanlı’dan gelen bu vakıflar için 1935’te İsviçre’den gelen bir heyet ile birlikte Vakıflar Kanunu hazırlandı. Bugünkü sorunlar bu dini kurumların Vakıflar Kanunu çerçevesinde olmasındandır. 1935’te bu kurumlar vakıf olarak tanımlandılar. İsviçre’den gelenin heyetin başkanı Hans Leman bugün yaşananları öngörseydi Vakıflar Kanunu’na açıklık getirirdi. Ben bu yasayı tenkit ediyorum. Kullanım, 36 beyannamesinin uygulanması, süre, idarenin temsili ve seçim sistemi ile ilgili büyük sorunlar vardır. Günümüzdeki tek gelişme seçim esnasının polisin gözetiminden alınarak Dernekler Müdürlüğü’ne aktarılmasıdır.

Av. Ester Zonana “Cemaatlerin Tüzel Kişilikleri” 

Cemaatler Osmanlı’da millet sistemi ile yönetilmekteydiler. Sonra nizamnamelere geçildi. Eskiden dini reisler kabul edilirdi, Islahat’tan sonra seçimler başladı. 1935’te taşınmazlar liste olarak istendi ve sonra vakıf olarak kabul edildiler. Medya antisemitik davranarak halkı Hahamlığa karşı kinlendirmiştir. Eskiden haham delegelerle seçiliyordu. Şimdi ise seçimden sonra seçim kurulunu dağıtan bir uygulama var. Bir sorun olduğunda süratle organize olunamıyor.

Foti Benlisoy “Ekümenik Patrikhanenin Tüzel Kişilik Meselesi” 

Bu gün burada çok detaylı açıklamalar yapıldı. Egemen bir Devlet olan Türkiye’de evvelâ zihniyet dünyamızı düzelmeliyiz. 2007’de Yargıtay’ın Patrikhane’nin Ekümenikliği açısından vermiş olduğu bir karar bir rezalettir. Azınlıklara burada yabancı denmektedir ve halkın algısına göre kötüdürler ve tehdittirler. Rum Patrikliği’nin Ekümeniklik ve tüzel kişilik sorunları büyük sorunlardır Bir ruhani reisliğin tüzel kişilik sayılmamasın anlamak güçtür. Aziz Nesin’in dediğine göre; “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz”. Anlayacağınız, Devletin işine geldiğinde yaşar işine gelmediğinde yaşamaz.

Devlet bu argümanı; “Zaten cemaat vakıfları var sen neden tüzel kişilik olasın?” şeklinde algılamayı tercih ediyor. Diyanet bir yandan bu ülkenin vergilerinden ayrılan bütçe ile örgütlenirken diğer yandan bir başka dini reislik, tüzel kişilik dahi sayılmıyor. Bu bir din özgürlüğü ihlalidir, çoğulcu demokrasiye aykırıdır. Aslında Büyükada Yetimhanesi’nin tapusunun verilmesi ile tüzel kişilik resen tanınmıştır ama sadece orada kalmıştır. Ruhani bir kurum olan Patrikhane’nin kurumsal açıdan tüzel kişiliği ve dini açıdan Ekümenik ünvanı kabul edilmiyor. Esas bu kabul edilemez bir durumdur. Tüzel kişiliğin tanınması için yasal uygulamalar gerekiyor. Diğer Gayrimüslim toplulukların da örgütlenmesi için tüzel kişilik sorunları vardır. Gayrimüslim toplulukların içişlerinde özgür olması gerekir ama bizde bu böyle değildir. Yeni bir yapı ve düzenleme gerekiyor. Bu mesele demokrasi ve çoğulculukla ilgilidir.

4. Oturum Gayrimüslim Tüzel Kişilikler Ve Hukuk 

Prof. Dr. Ergun Özbudun - Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi “Venedik Komisyonu Raporu Işığında İnanç Gruplarının Tüzel Kişiliği İle İlgili Sorunlar" 

Venedik Komisyonu’nun 2010 tarihli raporu bugünkü konferanstaki ana konumdur. Bu rapor çok güzel hazırlanmış ve oybirliği ile kabul edilmiştir. Rapor; Türkiye’deki dini cemiyetlerin statüleri ile Ekümenik Patrikhane’nin durumuna ayrıntılı olarak bakmaktadır. Bu rapor; bir talep üzerine AB Parlamentosu Asamblesinin İzlemene Komisyonu’nun talebi ile hazırlanmış olup, tüzel kişilik ve Ekümenik sıfat ile ilgilidir. Heybeliada Ruhban Okulu talepte özel olarak yer almadığı için bu husus kısa olarak yer almaktadır.

AB standartlarının temel metinleri ve sözleşmenin din ve vicdan ile ilgili 9. Maddesi; din özgürlüğünün salt bireylerin değil kolektif bir olgu olduğunu belirtir. Din özgürlüğünün temel unsuru ise örgütlenme ve örgütlenme hakkıdır. Komisyon bu konuda standart bir uygulama olmadığını ve bazı ülkelerde “Devlet Kilisesi” mantığını ortaya koymaktadır. Örneğin Almanya’da kilise; kamu hukuku ile çalışır. Fransa; inanç dernekleri diyebileceğimiz bir yöntemi benimsemiştir. Yani AB ülkelerinde bu konuda standart ve özel bir düzenleme yoktur. Türkiye’de azınlık cemaatlerinin tüzel kişiliklerinin olmaması pratikte sorunlar yaratmıştır. Bunlar; hukuk, mülkiyet meseleleri, iş ilişkisi ile bağlı olarak da olmayan tüzel kişiliğin personelinin SGK sorunları… Avrupa’da Fransız sistemi olan inanç dernekleri bence en iyisidir. Türkiye’de bu sorunlar nasıl aşılabileceğinin uygulanabirliği araştırılmalıdır. Burada Türkiye’nin laikliğinin özelliği işleri zorlaştırmaktadır. Mesela Norveç’te diyanetin işlemesi bize benzer ama bizdeki gibi iktidarın dayatmacılığı yoktur. Gayrimüslimlere eğer özel haklar verirsek “Marjinal Müslüman gruplar da bunu ister mi?” endişesi de bir yandan vardır. Mesele sadece bir hukuk tekniği sorunu değildir. Gayrimüslimleri yabancı ve düşman gören ciddi bir zihniyetin de değişimine ihtiyaç bulunmaktadır. Ekümeniklik sorunu; Türkiye’yi ilgilendirmez ve Devletin bu konuda müdahalesi olmamalıdır. Devletin hiçbir resmi kurumu bu hususa karışmamalıdır.

Halki (Heybeliada Ruhban Okulu); Osmanlı’da ve tek parti döneminde var olmuş bir kurumdur. 1971’de kapatılması ise Türkiye’nin resmen bir ayıbıdır. Bu suretle insanların din adamı yetiştirme hakları ellerinden alınmamalıdır. Bu güne kadar açılması ya da hiç kapanmaması gerekirdi. Bunu Batı Trakya ile mütekabiliyet çerçevesinde değerlendirmek ise kabul edilemez bir durumdur ve hiçbir medeni ülke bunu yapmaz.

Prof. Dr. Hüseyin Hatemi – İstanbul Üniversitesi, Okan Üniversitesi ve İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakülteleri Öğretim Üyesi “Hukuk Devleti İlkeleri Işığında Cemaat Tüzel Kişilikleri” 

Allah’ın emri mutlaktır kâfir demek de günahtır. Hz. İsa’nın dediği gibi ölüm günü önemlidir. İnsanların mutluluğu için inanç özgürlüğü önemlidir. Böylece tüzel kişilikten çıkıp yabancılara ayırım yapmaya hakkımız yoktur. Evrensel temel hukukun 3 temel ilkesi vardır. Eşitlik İlkesi, Hakkaniyet İlkesi ve Namuslu Yaşamak İlkesi ya da dürüstlük…

Tüm dinlerde temel unsur sevgidir. İlahi sevgiyi insanlar değiştiremez. Hukukun ana kaynağı da sevgidir. Evrensel hukuk da sevgiye dayanır. Hangi din inancından olursa olunsun eşit insanlık tanınmalıdır. Buna uymayanlara insan dememek gerekir. Hz. İsa’nın sözleri de Rab’ın sözleridir. Kuran’ı Kerim’de de çeşitli ayetlerde sevgiyi bulabilirsiniz. Hukuk insanların ayrımcılık yapmaması için icat edilmiştir. Biz tarikatları kapattık. Tüzel kişilik tarikatlarda yoktu ve önemsizdi. Bizde de bu bir engel olmamalıdır. Zaten son kanun da rezalettir. AB uyum süreci başlamadan önce bir hamle ile kayıt düzeltme davaları açıldı. Bundan sonra taşınmazlar için evvelâ güvenlik kurumlarından sonra da vakıflar Genel Müdürlüğü’nden izin almak gerekiyor. Ya da Jitem’den Mit’ten de izin almak mı lazım?

Katolik vakıflarına da yapılan haksızlıklar önlenmelidir. AKP son kanunla makyaj bir düzenleme yapmıştır. Yapılan için “Evet ama yetmez” diyorum. Ekümeniklik ise bizi ilgilendirmez. Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapatılmış olması zaten Lozan’a aykırıdır. Maalesef biz azınlık haklarında Osmanlı’dan sonra geriye gittik. Lozan’dan sonra din haklarında çok daha geriye gittik. Lozan’dan sonra bir müddet haklara riayet ettik ama sonra felaketler başladı.

Gayrimüslim kelimesinden Arapça bilenler çok rahatsızdır. Bu kelime ile azınlıklara Arapçaya göre dinsiz demekle aynı olan bir sıfatlama yapılıyor. Azınlıklara tanınmayan haklar insanlık ayıbıdır. Çifte ölçütlülükten kaçınmak gereklidir. Bu işleri düzeltmek için mutlaka bir üst kurul kurulmalıdır.

Yazarın Notu: Bu konferansı baştan sona kadar izledik, ayrıntılı olarak not aldık ve kayıt yaptık. Bu yazımızın başında da belirttiğimiz gibi konuşmacıların bir kısmının söylemlerini özetle ya da satır başlarını vererek sunum sıralamasına göre paylaşıyoruz. Bu söylemleri hiç yorum katmadan verdiğimizi de özellikle belirtmek isteriz.

Süryani Kadim Kilisesi Patrik Vekili Yusuf Sağ ilk oturumun sonuna doğru konuşmacıların önüne gelerek beklemeye başladı ve sunumlar bitince mikrofonu alarak şu şekilde konuştu: “Neden burada Süryaniler temsil edilmiyor? Biz de Türkiye’de yerleşik çok eski bir toplumuz. 3500 yıllık İbrahim’in dilini konuşuyoruz. Biz Aremice ve Arapça biliriz. Gayrimüslim demek çok yanlıştır. Gayrimüslim Arapçada dinsiz demektir. Neden burada farklı inanç sahipleri denmiyor? Konferansın ilerleyen kısımlarında hatırlanmayı bekliyoruz.”

Süryani Ortodoks Kilisesi Metropoliti Yusuf Çetin ise sonraki oturumun öncesinde kürsüye çıktı ve Süryani Kadim Kilisesi Patrik Vekili Yusuf Sağ’ın konuşmasına benzer bir şekilde; 3500 yıllık bir topluluk olduklarını, hiç bir zaman Devlete sorun çıkaran bir cemaat olmadıklarını. Hz. İsa’nın dili olan Aramiceyi devam ettiren ve Arapça da bilen inançlı bir topluluk olduklarını, Gayrimüslim söyleminin Arapçada “dinsiz” anlamına geldiğini. Mesele azınlık sorunları olduğunda neden dışlandıklarını dile getirdi.




27 Mayıs 2013 Pazartesi

PAPA FRANCESCO’NUN SEÇİLMESİ ve VATİKAN


Papa 16. Benediktus, (Joseph Alois Ratzinger) 11 Şubat’ta sürpriz bir açıklama yaparak, 28 Şubat saat 20.00’de, kendi isteği ile görevden ayrılacağını şu sözlerle bildirdi: “Tanrının karşısında vicdanımla defalarca hesaplaştıktan sonra, ilerleyen yaşım nedeniyle gücümün bu görev için yeterli olmadığına emin oldum. İlerleyen yaşım nedeniyle kiliseye liderlik edecek gücüm kalmadı.” Bu açıklama başta Katolik Dünyası olmak üzere tüm Dünya’ya bomba gibi düştü. Papa, yaptığı yazılı açıklamasında; “Bugünün hızlı değişimler ve inanç dünyası ile yakından alakalı sorularla örülü dünyasında, kiliseyi yönetmenin hem fiziksel hem zihinsel kuvvet gerektirmektedir. Son birkaç aydır bu güçlerimi öylesine yitirdim ki bana emanet edilen görevleri layığıyla yerine getiremeyeceğime kanaat getirdim.” dedi ve ayrıca ilerleyen yaşı nedeniyle fiziki ve zihni melekelerinin zayıflamasını da ekleyerek bu kararı tamamen “özgür iradesiyle” aldığını açıkladı.
 
16. Benediktus, 2. Jean Paul'ün 2 Nisan 2005'teki vefatının ardından yapılan seçim (Konklav) sonucunda Katolik Âlemi’nin 265. Papası seçildi ve 19 Nisan 2005'te itibaren 7 yıl 10 ay 9 gün Papa olarak görevde kaldı. Seçildiğinde 78 yaşında olan 16. Benediktus, Katolik Kilisesi tarihinde seçilen en yaşlı papalar arasındaydı.

Papa 16. Benedikt nasıl hatırlanacak? 8 yıllık yönetiminin ardından nasıl bir miras bırakacak? Katoliklerin büyük kısmı, Papa16. Benedikt’in çok sayıda büyük sorunları halledemediğinden ötürü yeni gelecek papaya büyük bir yük bıraktığında hemfikir…

Kardinal Joseph Ratzinger Katolik Kilisesi’nin başına 2005’te seçilince kısa sürede muhafazakâr ve gelenekçi kişiliği ile ön plana çıktı. Bu eski teoloji profesörü, toplumun sekülerleşmesini ve görecelik kavramını eleştiriyordu. Bu tutuculuğu kendisine “Tanrı’nın Rotweiler”ı lakabının takılmasına neden oldu. Katolik Dünyası’nın son bin yıldaki ilk Alman asıllı papası, profesörlük kostümünü asla çıkarmadı ve akademisyenliğini hep ruhaniliğinin önünde tuttu. Bu durum 2006’da Vatikan’da derin bir krizin yaşanmasına yol açmıştır. Almanya’nın Regensburg Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında bir Bizans İmparatoru’ndan şu sözlerle alıntı yapması tepkileri üzerine çekmesine yol açtı:
 
Bana sadece Muhammed’in yeni ne getirdiğini göster. O gösterdiklerinde sadece kötülük ve insanlık dışı şeyler bulacaksın. Tıpkı kılıçla yayma emri verdiği, önerdiği inanç gibi.

Bu sözler Müslüman Dünyası’nda büyük bir tepki yarattı. Papa bu tepkinin ardından yanlış anlaşıldığından dolayı üzgün olduğunu açıklasa da Müslüman Dünyası bu fanatik papaya karşı hep temkinli oldu. Bu hatasını affettirmek için Türkiye ziyaretinde gezdiği Sultan Ahmet Camii mihrabında kıyama durarak dua etmesi ilişkilerin düzelmesine yetmedi. Birçok Müslüman ülkede bu hareketi bir show olarak telakki edildi.
 
Papa 16. Benedikt’in kızdırdığı tek toplum Müslümanlar değildi. Yahudilerin kutsal saydığı “Ağlama Duvarı”nı ziyaret etti ama öte yandan Nazilerin yaptığı Musevi katliamına tanrının sessiz kalmasını sorgulaması Yahudilerde şok etkisi yarattı. Zaten 14 yaşında Nazilerin gençlik kollarına katıldığı da bilinen bir gerçekti ama bunu hep aktif bir katılımcı olmadığı şeklinde telaffuz ederek yumuşatmaya çalıştı. Papa 16. Benedikt’in Yahudilerde yarattığı bir başka şok da daha önce Vatikan’ın aforoz ettiği 4 kökten dinci piskoposun kiliseye tekrar kabul edilmesi ile yaşandı. Zira bu dört piskopostan biri olan Richard Williamson, “Yahudi Soykırımı”nı inkâr eden ve gaz odalarının varlığını reddeden açıklamalarda bulunmuş bir piskopostu…

Papa hep statükonun korunması yönünde kararlar aldı. AIDS’e karşı savaşta, prezervatifin desteklenmesi konusunda hiçbir olumlu açıklamada bulunmadı. 2009’daki bir Afrika ziyaretinde “Prezervatif bir çözüm değildir. Prezervatif dağıtımı sorunların daha da artmasına yol açıyor.” şeklindeki açıklaması; AIDS’e karşı savaşan akademik çevrelerin ve sivil toplum örgütlerinin şimşeklerini üzerine çeken bir başka husus olmuştur.

Papa istifasını açıkladıktan sonraki gün 16. Bendiktus'un yıllardır kalbinde ritim düzenleyici taşıdığı açıklandı. Vatikan Sözcüsü Rahip Federico Lombardi, Papa'nın kalbindeki ritim düzenleyicisindeki pilin üç ay önce yapılan bir ameliyatla değiştirildiği yönünde İtalyan gazetelerinde çıkan haberleri doğruladı, fakat istifanın belli bir hastalık nedeniyle olmadığını açıkladı. 16. Benediktus'a görevden ayrıldıktan sonra “Emerit Papa” ya da “Emerit Roma Piskoposu” unvanıyla hitap edilmektedir.

Papa 16. Benediktus, 28 Şubat günü Vatikan'daki programını son olarak tamamlayarak yazlık ikametgâh olarak kullandığı, Castel Gandolfo'ya gitti. Saatler 20.00'yi gösterdiğinde, çanlar çaldı, Castel Gandolfo'daki yazlık Papalık ikametgâhında asılı olan Papalık bayrağı gönderden indirildi ve Papa'yı koruyan İsviçreli Muhafızlar nöbet tutmayı bıraktılar. İsviçreli Muhafızlar artık kendisi Papa olmadığı için Vatikan geleneğine göre 16. Benediktus’u korumayacaklardı…
 
Bir başka Vatikan geleneği de bir papanın ölümünün hemen ardından ya da çok az görünen bir papanın istifasının ardından Papalık mührü olan '”Balıkçı Yüzüğü”nün de imha edilmesiydi. Papa 16. Benediktus’un kendi isteğiyle görevine son verdiği saat 20.00'de yüzük görevliler tarafından imha edildi ve artık Papalık makamının boş olduğu anlamına gelen “Sede Vacante” ilan edildi. Bir papanın kendi isteği ile istifa etmesi ise çok az uygulanmış bir Vatikan geleneğidir ve bu suretle 598 yıl aradan sonra kendi isteği ile bir papanın görevden ayrılması tekrarlanmış oldu.

Hıristiyanlıkta diğer dinlerde olduğu gibi semboller vardır ve Papanın mührü olan bu yüzük, İncil’de de İsa’nın aç olan büyük bir topluluğu Celile’nin yanındaki Genaseret Gölü’nde tuttuğu balıklarla doyurduğunu anlatan bölümde şu sözlerle sembolize edilir: “Ve İsa Simun'a, ‘Korkma, bundan sonra insan avlayacaksın.” dedi.” (Luka 5:1-11)
 
Vatikan’ın Basın Sözcüsü Rahip Federico Lombardi, 28 Şubat'ta görevinden ayrılan Emerit Papa 16. Benediktus'un, istifa ettikten sonra ikamet ettiği Castel Gandolfo'daki yazlık Papalık sarayından daha önce belirttiği gibi, 2 Mayıs Perşembe günü Vatikan'a döneceğini, bundan sonra ise restore edilen Mater Ecclesia Manastırı'nda, kişisel yardımcısı Monsenyör Georg Gaenswein ile birlikte ikamet edeceğini açıkladı.

Papa 16. Benediktus, görevi süresi boyunca '”Vatileaks'” adlı köstebek skandalı ve Katolik Kilisesi’ndeki çocuk tacizi ile Vatikan Bankası’na yönelik kara para aklama ithamlarıyla mücadele etti. 16. Benediktus’un papalığı döneminde, Katolik Kilisesi'nin onlarca yıldır karşılaştığı en büyük fırtınalardan biri olan, rahiplerin çocuk tacizi skandalı da patlak vermiştir. 16. Benedict’in Papalık döneminde basına sızdırılan bazı gizli dosyalar neticesinde ortaya çıkan ”Vatileaks'” adlı köstebek skandalı ise Vatikan’ın gelenekçi yapısını ve kilisenin itibarını hayli sarsan bir başka olaydır.

Vatikan; içinde çok sayıda çekişmeyi barındıran bir kurumdur. Eşcinsel evliliklere karşı olan tutum, ötenazi hakkının kabul edilmesi ve kürtaj gibi konular Papa 16. Benedict ‘in başını ağrıtan temel hususlar olmuştur. Katolik Kilisesi’nin kurumsal yapısındaki temel gruplaşmalar ise “Liberaller” ve “Koyu Katolikler” arasında yaşanmaktadır. Bu gruplaşmaları sadece iki gruba ayırarak tanımlamak ise doğru bir tespit değildir. Zira Vatikan çok bilinmeyenli bir denklemdir…

İtalya’da yayınlanan Repubblica Gazetesi’nin iddiasına göre Papa 16. Benediktus, homoseksüellik, çocuk tacizleri ve yolsuzluklar gibi Vatikan’ın başını ağrıtan skandallardan dolayı makamını bırakmıştır. Gazetenin verdiği bilgilere göre Papa, 17 Aralıkta önemli kardinallerinin aleyhine bilgiler içeren büyük bir dosyayı teslim aldı. Bu bilgilerin doğrultusunda başkanlığını İspanyol Kardinal Julian Herans’ın üstlendiği özel bir komisyon kurdu ve bu bilgilerin doğruluğunu araştırtmaya başladı. Ancak bu komisyonun kurulması halkın gözünde bir anlam ifade etmedi. Zira Katolik Kilisesi’ndeki çocuk istismarı skandalına karşı Papa’nın takındığı pasif tavır; Papa’nın karnesinde olumsuz bir nottu. “Çocuklara bazı papaz ve din adamlarının yaptığı cinsel taciz yüzünden hepimizi saran utanç duygusunu dile getirmek istiyorum. Yaşananlardan dolayı çok üzgünüm.” Bu sözler 16. Benedikt’e ait ama bu sözlere başta İtalya olmak üzere halk itibar etmemiştir. Çünkü sokaktaki Katoliklere göre; 16. Benedikt bu söyleme benzer söylemlerle birçok kez bu taciz olaylarından duyduğu rahatsızlığı dile getirdi ama sorumluların ve işbirlikçilerin yargı önüne çıkmasına izin vermeyerek kilisenin itibarını korumuş olmadı, bilakis kilisenin itibarına zarar verdi.


Bir yandan İtalya’daki medya organlarının Katolik Kilisesi’nin üst görevlilerinde güçlü bir homoseksüel lobi olduğu iddiası kesinlikle reddedilirken öte yandan Vatikan Sözcüsü Rahip Federico Lombardi bu konuda açıklama yapmaktan kaçınarak, “Bu bilgiyi ne yorumlayacağım, ne kabul edeceğim ne de reddedeceğim.” şeklinde konuşması ise eleştirilen bir başka husustur.


2011 yılında, Almanya ve tüm Dünya, Katolik papazların çocuk tacizi skandallarıyla çalkalanırken Papa 16. Benedict kendi ülkesi Almanya’ya tarihi bir ziyaret gerçekleştirdi ve parlamentoda bir konuşma yaptı. Papa Almanya ziyareti esnasında bu konuyla ilgili büyük üzüntü içinde olduğunu orada da yineledi ama Almanlar dâhil tüm Katolikler artık bu konuda somut adımlar bekliyorlardı. Katolik papazların çocuk tacizlerinin adeta bir kilise klasiği olmasından hoşnut değillerdi…

Papa 16. Benedict’in döneminde Katolik Kilisesi’nde yaşanan skandallar, Dünya genelinde Katolik Kilisesi’ne olan güvene büyük bir darbe indirmiş, yapılan bir araştırmaya göre sadece bir yıl içinde 150 bin kişinin Katolik Kilisesi ile olan ilişkisini kestiği görülmüştür. 24 Milyon Katolik bulunan Almanya’da ise kilise kurumlarında yaşanan çok sayıdaki çocuk tacizi nedeniyle halk galeyana gelmiştir.

İstifanın ardından eski papanın dahi yargılanabileceğine işaret eden çok sayıda uzman şu görüşü paylaştı: “Vatikan, mali iddialar ve diğer konularla ilgili olarak büyük zan altında. Belki de eski Papaya karşı bile yasal yaptırım söz konusu olabilir. Bu nedenle Papa; ülkesi Almanya’ya dönmek yerine Vatikan’da kalmaya devam edeceğini açıkladı. Çünkü Vatikan’da herhangi bir ceza kovuşturmasından kurtulmuş olacaktır.


Papa'nın biyografisini yazan Alman gazeteci Peter Seewald, son buluşmayı şöyle aktarmıştır:

Son buluşmamız Papalık Sarayı'nda oldu. Papa'nın vücudu adeta bir deri bir kemik kalmıştı. Terziler yeni kıyafet yetiştirmekte zorlanıyordu. İşitme güçlüğü çekiyor ve sol gözü artık tamamen görmüyordu. Daha sevimli, daha mütevazı ve daha hassas göründü gözüme. Hasta görünmüyordu ama bedenen ve ruhen yorgundu. Onu hiç böyle görmemiştim. 16. Benediktus, hiçbir zaman güç peşinde koşan bir adam olmadı, Vatikan'daki entrikaların içine girmedi. Gerçek bir teologdu ve bu yönüyle geçmişteki birçok Papa'dan ayrılıyordu. Tüm kitaplarını kurşun kalemiyle yazdı. Gücünün son damlalarını, İsa'ya ilişkin üçleme kitabının sonuncusunu bitirmek için harcadı. Zaten bana da, umutsuz gözlerle bakarak, 'Bu benim son kitabım olacak' dedi.

Seewald, 16. Benediktus'un, “Ben artık yaşlı bir adamım. Papalığımdan çok fazla beklenti olduğunu sanmıyorum. Bugüne kadar yaptıklarımın yeterli olduğunu düşünüyorum.” dediğini ve haftalar önce görevi bırakma sinyallerini zaten vermiş olduğunu da belirtti.

Seewald, ayrıca Vatikan'da yeri yerinden oynatan ve kamuoyunda “Vatileaks” olarak bilinen, Baş Uşak Paolo Gabriele'nin özel belgeleri dışarıya sızdırmasına ilişkin olayı da değerlendirdiklerini söyleyerek, “Papa bana, bu olayın ardından, ne bir çeşit çaresizliğe düştüğünü ne de evrensel bir acı yaşadığını söyledi. Sadece bir anlam veremediğini belirtti.” dedi.

Papa 16. Benediktus'un istifa kararı ABD vatandaşları arasında da şaşkınlıkla karşılandı. Sokaktaki Amerikalının genel beklentisi genç bir Papa seçilmesi ve uzun süre görevde kalması şeklindeydi.

New York'ta, Papa'nın istifa kararına ilişkin röportaj yapan Anadolu Ajansı muhabiri şöyle yanıtlar aldı:

Görünen o ki, seçilecek kişi 71 yaşında olacak. Muhtemelen aynı süreçten 5 yıl veya daha bir kısa süre sonra yeniden Papa seçeceğiz. Bence 45-50 yaşlarında birisine ihtiyaç var.

"Sanırım herkes için sürpriz oldu. Uzun süredir hiçbir papa istifa etmemişti. Yeni Papa olarak kesinlikle daha genç birini görmek istiyoruz.

Ben Katolik değilim ama bu konuda ilk yapılması gerekenin daha genç birini seçmek olduğunu düşünüyorum. Arkasından gelenlere yol açmasını destekliyorum.

Yeni papanın “siyah” olması gerektiğini düşünen bir Amerikalının görüşleri ise şöyleydi: “Çünkü bu çok güzel bir değişiklik olur. Aynı ABD'nin ilk siyah başkanı gibi olur. Daha önce siyahlara yönelik çok haksızlıklar yapıldı. Şimdi önemli görevlere atanmaları onlara gösterilen saygıyı ifade eder.

Vatikan'da mevcut yasalar, makamın boş olduğunun ilanını (Sede Vacante) takip eden 15. günde, yeni Papa seçimi için Kardinaller Meclisi'nin toplanmasını öngörmektedir. Bu 15 günlük süre bir önceki Papa'nın cenaze töreni ve kardinallerin papalık seçimi için Roma'ya ulaşmaları için kabul edilmiş bir kuraldır. Vatikan Apostolik Kütüphanesi Başkan Yardımcısı Dr. Ambrogio Piazzoni seçimle ilgili verdiği brifingde, “Eğer Papa 16. Benediktus, 28 Şubat saat 19.59'da yeni kurallara karar verirse bu ilk Konklav'da uygulanır.” diyerek, 28 Şubat Perşembe günü yerel saatle 20.00'de görevinden ayrılacak Papa'nın son anda dahi olsa papalık seçimine müdahalede bulunma hakkının olduğuna işaret ederek şu sözleri söyledi: “Roma'da hazır bulunan kardinaller, 15 gün boyunca diğer kardinallerin Roma'ya ulaşmasını beklerler. Bu şu anlama gelebilir ki eğer diğer kardinaller de Roma'da ise beklemeye lüzum yoktur. Seçim gelenek olduğu gibi Vatikan’daki tarihi Sistine Şapeli’nde yapılacaktır.

İstifanın ardından papalık seçiminin yapılacağı Sistine Şapeli’nde hummalı bir hazırlık başladı. Yeni papayı belirleyecek olan Kardinaller Meclisi üyesi din adamlarına ev sahipliği yapacak tarihi Şapel, bu süreçte neredeyse baştan aşağı yenilendi. Papa 16 Benediktus ise halefinin seçilmesi sürecine müdahale etmeyeceğini, ancak ihtiyaç olması durumunda destek olacağını açıkladı.

Yeni papada deneyim, Avrupa'ya yakınlık ve İtalyanca bilgisi gibi koşullar aranması beklenirken, bazıları da yeni papanın Katolik Kilisesi'nin en çok büyüme gösterdiği bölgelerden çıkması gerektiğini savundular. Bugün Dünya’daki Katolik nüfus 1,2 milyar ve bunların yüzde 42'si Latin Amerika'da bulunuyor. Bundan önceki son papa istifası ise 1415'te Papa 12. Gregory'nin istifasıdır. Normal koşullarda bir papalık yalnızca ölüm ve göreve mani ağır hastalık koşullarında sona eriyor.

Vatikan geleneklerine göre Papanın vefatıyla o papanın getirmiş olduğu gelenekler yeni seçilen Papa ile birlikte değişir ve “Papalık” kavramı, merkeziyetçi yapı gereği yeni bir karakter üzerinde vuku bulur. Çünkü Katoliklikte “Papist” (Papacı) yaklaşıma göre “Papa’nın Yanılmazlığı Doktrini” esastır. Bu doktrin Vatikan Sinodu’nun 18 Haziran 1870 tarihli oturumunda karara bağlanmış ve dayanak olarak İncil’den bölümler esas alınmıştır.

16. Benediktus'un görevinden ayrılmasının ardından yapılan seçimde 266. papa olarak seçilen Arjantinli Kardinal Jorge Mario Bergoglio, Gelenek olduğu üzere kendisine hitap edilecek bir Havari ismi olarak “Franciscus”u seçti. Papa Franciscus; hem “Cizvit Tarikatı” mensubu hem de modern çağda Avrupa dışından ve Güney Amerika'dan seçilen ilk papa olması nedeniyle tarihe geçmiştir.

Cizvit Tarikatı’ndan gelen ve bunun bir gereği olarak kilisenin şaşaadan uzak ve sade olması gerektiğini savunan Papa Francesco, havari ismini seçme hikâyesinin perde arkasını şöyle anlattı:

Konklav sırasında (Papalık seçimi), San Paolo eski başpiskoposu Kardinal Humes'le yakın oturuyorduk. Oyların 3'te 2'sinden fazlasını aldığımı görünce Humes bana, 'Fakirleri unutma' diye fısıldadı. Birçoğu bana, gerçekten bir reformcu olacaksam 'Adriano', ya da İsa'nın Askerleri (Cizvit) tarikatını fesheden 14. Clement'ten intikam almak için Clement adını almam gerektiğini söyledi. Ancak ben, fakirliğin ve barışın sembolü olan Assisili Aziz Francesco'nun adını almayı uygun buldum.

Papa 14. Clement 1773 yılında, Cizvit Tarikatı’nın feshedildiğini ve dünyanın her yerinde Roma Kilisesi tarafından onlara tanınmış olan tüm hak ve ayrıcalıkların kaldırıldığını ilan etmişti. Francesco adının, Cizvit Tarikatı’nın kurucularından “Francesco Saverio”dan gelmiş olabileceği de tahmin edilmektedir.

1300 yıldır Avrupa Kıtası’nın dışından ve Latin Amerika'dan ilk kez seçilme özelliği taşıyan Papa Francesco, Papa 16. Benediktus'un, görevinden feragat edeceğini açıkladığı 11 Şubat'tan itibaren Vatikan'da çalışan gazetecilere özel olarak teşekkür etti. Papa Francesco gazetecilere gülümseyerek, “Gerçekten çok çalıştınız” dedi ve “Sizin rolünüz, çağdaş gerçekliği aktarmak adına gerçekten önemli.” vurgusunu da yaptı.

Uluslararası Suriye toplantısına katılmak üzere İtalya’nın başkenti Roma’ya giden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Papa 16.Benedict’in istifasının herkes için sürpriz olduğunu söyledi ve “Ümit ediyoruz yeni Papa en kısa zamanda seçilir ve dinler arasında ve özellikle İslamofobiya’ya karşı Müslümanlarla yakın işbirliği içinde olacak bir tavır benimser. Buna Avrupa’da her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Avrupa’da yükselen ırkçılığa ve İslamofobiya’ya karşı Vatikan’ın alacağı tutum bu nedenle önemlidir. Ümit ederiz ki Dünya barışına katkı yapacak bir Papa göreve başlar.” şeklinde konuştu.

Vatikan ve Papalık ile ilgili bu yazımızda son olarak şu tespiti de yapmak istiyoruz: Papa 16. Benedictus’un 27 Kasım/1 Aralık 2006 tarihlerinde Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaret; Dünya’nın her yerinde 30 Kasım’da kutlanan Aziz Andreas Yortusu’na denk gelmişti ve Rum Patrikhanesi’nden “Sayın Papa kilisemizin kuruluş gününü onurlandırdı.” şeklinde bir açıklama yapılmıştı.

Çünkü Rum Patrikhanesi kiliselerinin Aziz (Havari) Andreas tarafından kurulduğunu iddia etmekte ya da varsaymaktadır.

Dünya’da Ekümenik vasfa sahip olan, üç Patrikhane; Roma, İskenderiye ve Antakya’dır. Bu patrikhanelerin Ekümenik kabul edilmelerinin nedeni, bir havari tarafından kurulmuş olmalarıdır. Havari Andrea’nın ise tarihte Türkiye topraklarına hiç gelmemiş olduğu tarihçilerce kabul edilmektedir. Eğer bu kilise, ilk yüzyılda Havari Andreas tarafından kurulmuş olsaydı, o zaman birer havari tarafından kurulan ve ekümenikliği kabul edilen diğer üç kilise arasında bir dördüncü olarak yer alması gerekirdi.

O zaman diliminde küçük bir kasaba olan Bizantium’un sadece bir papazlık olduğu ve Heraklia (Marmara Ereğlisi) Metropolitliği’ne bağlı olduğu, 325 İznik Konsili’nde ise başpiskoposluğa yükseltildiği hakkında çok fazla tarihsel kaynak bulunmaktadır.

Mademki Havari Andreas bu kiliseyi kurdu, o zaman Hıristiyanlar için çok önemli olan, bir anlamda dinin şekillendiği, prensiplerinin kabul edildiği 325 İznik Konsili’nde neden bir patrikhane olarak yer almadığı da sorulabilir.

Papanın ziyareti öncesinde ve sonrasında verilen beyanatlarda, Papanın, Patrikhane’nin kurucusu kabul edilen Havari Andreas Günü için geldiği ve ayini birlikte icra edecekleri ifade edilmişti. İtalyan gazeteciler de bu konuyu papaya soru olarak tevdi ettiler. Papa 16. Benedictus, birçok İtalyan ve yabancı gazetelerde çıkan beyanatında; 30 Kasım’daki ziyaretinde, Dünya’da ve tüm Hıristiyan mezheplerince kutlanan Havari Andreas Yortusu’nu bu kez de İstanbul’da idrak etmenin mutluluğu içinde olduğunu vurgulamıştır.


http://www.21yyte.org/

5 Şubat 2013 Salı

DARICA’DA DA HELENİK ÇALIŞMALAR BAŞLADI


Özellikle geçtiğimiz yıllarda azınlık cemaatlerinin lehine fevkalâde iyileştirmeler yapılmasına ve konuya devletçe son derece pozitivist yaklaşılmasına karşın Türkiye azınlıklar açısından kötülenmektedir. Devletin azınlık vakıflarına ve Rum Patrikhanesi’ne karşı attığı her olumlu adım sonrasında ya verileni küçümseyen ya da daha fazla edinimler elde etmeye yönelik olumsuz açıklamalar, başta Rum Patriği Bartholomeos olmak üzere dile getirilmektedir.

Azınlıklar ile ilgili Türkiye’yi yıpratma çalışmaları arasında Lozan Barış Antlaşması ve sonrasında gerçekleştirilen mübadele de yer alıyor… Sanki Lozan’dan sonra Türkiye kendi başına bir mübadele gerçekleştirmiş gibi ifadeler içeren söylemler medya ve sosyal medyada sıkça görülüyor. Bu makalemizde mübadeleyi esas alarak ve ne anlama geldiğini kısaca irdeledikten sonra 15 Şubat’ta yapılacak bu tarz yeni bir yıpratma faaliyetini ele almaktayız. 

Bazı çevrelerce de desteklenen bu yıpratma faaliyetleri, ne yazık ki entelektüel ve akademik çevreler ile medyada da yandaş bulmaktadır. Örneğin, Mart 2009’da TESEV Vakfı tarafından Avukat Kezban Hatemi ve Dilek Kurban imzasıyla sunulan bir rapor yayınlandı ve bir panel ile tanıtıldı ve ayrıca kitapçık olarak çok sayıda basılarak ücretsiz olarak da dağıtıldı.  Raporun ilk cümlesi şöyledir: Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan “azınlık sorunu”, Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 1923 senesinden bu yana ülkenin temel siyasi meselelerinin başında yer almaktadır. 

Mademki “Azınlık Sorunu” Lozan Antlaşması ile başladı ya da oradaki yazılı metinlerde azınlık kavramı ile çelişen hususlar var. O antlaşmayı imzalayan on kusur devlet hakkında niye bir serzeniş yok? Suçlu salt Türkiye midir?

İngiltere, Fransa, İtalya Japonya Lozan Konferansı’nın toplanması çağrısı yapan ülkelerdir. Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye ise konferansa çağırılan ülkelerdir. Atatürk’ün talimatlarına uygun olarak İsmet İnönü’nün Lozan’da büyük mücadele verdiği her ne kadar hakikat ise Lozan’da Türkiye’nin isteklerinin tam olarak karşılanmadığı da bir hakikattir.


30 Ocak 1923 tarihinde, Lozan’da “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” adlı bir anlaşma imzalandı. İngiltere’yi temsil eden Lord Curzon’un deyimiyle “Halkların Ayrışması” aslında 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nın ardından gerçekleşen görüşmelerde ortaya atılmış bir Avrupa fikridir. 19 maddeden müteşekkil olan bu anlaşmadan başka bir de “Sivil Rehinelerin Geri Verilmesine ve Savaş Tutsaklarının Mübadelesine İlişkin Türk Yunan Anlaşması” imzalanmıştır. Avrupa devletlerinin dayatmasının önemli derecede rol aldığı ahali mübadelesi anlaşmasını yürütmek ve mübadillerin mallarını karşılıklı tasfiye etmek için bir Karma Komisyon teşkil edildi. Türk ve Yunan taraflarınca dörder kişi ve Milletler Cemiyeti’nden üç kişi olmak üzere 11 kişi tayin edildi. 8 Ekim 1923 ile 21 Haziran 1924 tarihleri arasında bu komisyonun çalışma merkezi Atina oldu. Daha sonra da tasfiyenin sonuçlanmasına kadar İstanbul’da çalıştı. İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada Rumlarına karşın Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutuldular. Zira Fener Rum Patrikhanesi’nin İstanbul dışına çıkmaması için Batı Trakya Türklerinin, İstanbul Rumlarına karşı rehin olduğunu söylemek de mümkündür. 

Mübadil olmak elbette güzel bir durum değildir. Zira kişinin doğduğu, yaşadığı coğrafyadan başka bir coğrafyaya göç etmesi söz konusudur ve göç edip etmemeye karar vermeye de mübadilin hakkı yoktur. Her iki taraftan onbinlerce aile sefil olmuşlar, tasfiye kurullarının karşılıklı mal takası olsa da mağdur olmuşlardır. Aradan geçen doksan yıla rağmen mübadelenin öyküleri hâlâ hafızalardadır. Yaşananlar gerçektir ve acıdır ama müsebbibi kesinlikle Türkiye değildir…

Türkiye’de mübadele ile ilgili bazı oluşumlar, dernekler kurulmuştur. Bunların arasından Lozan Mübadilleri Vakfı’nı en önemli oluşum olarak gösterebiliriz. Yunanistan ise bu konuda çok daha aktif bir çizgide oldu.

Örneğin, Atina'daki “Küçük Asya Araştırma Merkezi” (Κέντρον Μικρασιατικών Σπουδών) zaman içinde bu konudaki en önemli arşive sahip oldu. Yunanistan’da halen yüzlerce mübadil derneği v.s. oluşum bulunmaktadır ve bunlar her fırsatta Türkiye aleyhtarlığı yapmaktadır. 

Anadolu’nun metruk yerlerinde dört duvar kalmamış kiliselerin arsalarında Rum Patriği’nin de bizzat katıldığı ayinler yapılmakta ve bu ayinler için Yunanistan’da turlar düzenlenmektedir. Kısa bir süre önce Kütahya’da da aynı şekilde Bursa Metropoliti tayin edilen ve aynı zamanda Heybeliada Ruhban Okulu’ndan da sorumlu olan Elpidophoros Lambriniadis’in yönetiminde ayinler yapıldı.

10 Mart 2012’de  “Habertürk Televizyonu”nda, “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” Başkanı Prof. Nikolaos Uzunoğlu’nun ağzından ortaya konan “İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” talebi ile de şaşkınlığa uğramıştık. Sonradan anlaşıldı ki mübadele ile giden Rumların ikinci ve üçüncü kuşaklarının talebiydi.

Mübadelenin acı ama gerçek olduğunu yukarıda yazdık. Bir başka gerçek de Avrupa devletlerinin dayatmasıyla gerçekleşen mübadele esnasında mal takasının da “Karma Komisyon” tarafından gerçekleştirildiği ve bu komisyonun en önemli çalışma süresinin de aslında komisyon merkezinin Atina’da bulunduğu 8 Ekim 1923 ile 21 Haziran 1924 arasındaki zaman dilimi olduğudur.
Ancak Yunanistan’daki mübadil dernekleri, vakıfları bu gerçeği kabul etmemekte ve Türkiye’yi suçlamaktadırlar.

Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu ve  Rum Cemaat Vakıfları Destekleme Derneği,  15 Şubat Cuma saat 19.00’da İstiklal Caddesi No 60’ta bulunan Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu’na ait Şişmanoğlu Binası’nda Grigoris Oikonomidis’in “Unutulmayan Darıca” adlı bir belgeselinin ilk gösterimi yapılacaktır. 

Senaryosu: Grigoris Oikonomidis, Anlatımı: Andreas Marianos, Kamera: Vaios Syrros ve Grigoris Oikonomidis, Müziği: Kiriakos Kailaitzidis olan belgesel 90 dakikadır.

Belgeselde;  Bizans'ın bir ilçesi olan Darıca’nın antik çağlardan günümüze kadar tarihsel gelişimi ve  yerleşkelerin günlük yaşamlarını gösterilecek, bölgenin jeomorfolojisi ve mimarlık geleneğini kapsamlı bir şekilde sunulacak, din hayatı, eğitim halk ile deniz arasındaki ilişki, meslekler, sosyal ve ekonomik hayat ele alınacaktır. 1922 yılı Eylül ayındaki Küçük Asya Felaketi  (Yunanlılara göre; Anadolu’daki Yunan mağlubiyetine verilen ad.) sırasında şehrin hızlıca terk edilmesi detaylı bir şekilde belgeselde aktarılmaktadır.
Elimizde de bu bulunan belgeselin fragmanında çok sayıda yaşlı Yunanlı konuşturularak yine karalama yapılmaktadır.

Bursa Metropoliti Elpidophoros Lambriniadis’in Bursa, Tirilye, Mudanya ve Kütahya’daki geçtiğimiz iki yıl içindeki faaliyetleri ile ilgili çok makale yazdık. Kütahya bu faaliyet alanlarına son eklenen ilimizdi…

Anlaşılıyor ki bundan sonra Darıca ve İzmit ile ilgili de yazma gereği doğacaktır…