batı trakya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
batı trakya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2019 Çarşamba

ATİNA’DA AÇILACAK CAMİYE NE OLDU?


Yunanistan’ın başkenti Atina’da bir cami yok! Aslında yok demek pek doğru değil, çünkü çok sayıda Osmanlı eseri cami var ama onların durumu farklı. İşin doğrusu cümleyi “Yunanistan’ın başkenti Atina’da ibadete açık bir cami yok!” şeklinde yazmak…
Atina’da çeşitli milletlerden 250 binden fazla Müslüman yaşamaktadır.  Bunların ibadet edebilecekleri bir camileri bulunmadığı gibi ölülerini gömebilecekleri Müslüman mezarlığı da yoktur. Müslümanlar 70/80 kadar mescitte ibadetlerini yapmaktadırlar ancak bunlardan sadece 5 tanesine resmi olarak izin verilmiştir.
İstanbul’da altmıştan fazla Rum kilisesi var. Konumuz diğer Hıristiyan toplulukların ibadethaneleri olmadığı için işin mütekabiliyet hususunu göz önüne sermek adına bu rakamı vurgulamak gerekiyor. İstanbul dışında, Anadolu’da, Trakya’daki çok sayıda metruk kiliseye Rum Patriği Bartholomeos düzenli (ya da sistematik) bir şekilde ziyaretler yapmakta, bu ziyaretlerde otobüslerle taşınan Rum Cemaati mensuplarının ve Yunanistan’dan taşınan Yunanlıların da iştiraki ile ayinler yapılmaktadır. Anadolu’da, Trakya’daki yerel yöneticiler de bu ziyaretlerde elinden geleni yapmakta ve gelenleri ağırlamaktadır.
Yukarıda “mütekabiliyet” kelimesini kullandık ama gözler önündeki durum pek de mütekabil değildir.  Bir yandan Türk vatandaşlarından oluşan Rum Cemaati’nin dini lideri sıfatıyla resmi protokolde ağırlanan Patrik ya da metropolitleri öte yandan Batı Trakya’da halkın seçtiği müftüleri tanımayan Yunanistan. Yunanistan bilindiği gibi kendi seçtiği kuklaları Batı Trakyalı Türklere “müftünüz” diye dayatmakta ve bu sorun yıllardır sürmektedir.
Uzun uzun paragraflara hacet bırakmadan; Avrupa’da (ibadete açık) bir cami olmayan tek başkent Atina’dır.
Bu soruna bir çare olması adına 2010 yılında Sayın Recep Tayyip Erdoğan Başbakan sıfatıyla yaptığı Yunanistan gezisinde dönemin Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu’dan eski bir Osmanlı eseri olan ve atıl durumda bulunan Atina Fethiye Cami’sinin restore edilmesini talep etmiş ve Papandreu’dan olumlu cevap almıştı. Ancak ziyaretin hemen ardından Yunanistan’da aşırı sağcıların başını çektiği bir tartışma başladı ve cami açılmasına tepki verildi.
İşin gerçeğine indiğimizde Yunanistan, Atina’da bir cami açılmasından çok, açılacak bir caminin “Türk” sıfatıyla anılmasını ve de bu caminin işleyişinde “Türklerin” rol almasını kabul etmemektedir.
Yunanistan Hükümeti görünürde kaçacak bir tarafı kalmadığında Atina’da bir cami yapımına karar verdi. Fakat bu camide bir “Türk” izi olmaması için eski bir Osmanlı eserini restore etmek yerine yeni bir bina inşa edilmesine, Yunanistan Deniz Kuvvetleri'ne ait bir arazinin tahsis edilmesine karar verildi. Bağış yolu ile yapılacak desteklerden dolayı da ileride kimsenin “hak” iddiasında bulunmaması için bu bütçenin tamamen hazineden karşılanmasına karar verildi.
Ayrıca caminin din görevlileri ile yöneticilerinin Türk olmayan Müslüman topluluklardan seçilmesine karar verildi. İnşaat için yaklaşık 1 milyon Euro bütçe ayrıldı. 600 metrekarelik bir alana sahip olacak cami, 50 kişilik yer kadınlara ayrılmış şekilde toplam 350 kişilik olarak tasarlandı.
2013’te başlayan çalışmalar aşırı sağcı ve dinci grupların protestosu nedeniyle sık sık akamete uğradı. İnşaatın ilerlemesi ile birlikte ise bir başka komedi ortaya çıktı. “Cami ne zaman açılıyor?”
Yunanistan Eğitim ve Din İşleri Bakanı Kostas Gavroglu, daha önce 5 kez açılış tarihi verilen caminin resmi açılışının bu yılın mart ayında yapılacağını duyurmuştu ama bu da gerçekleşmedi. Kathimerini Gazetesi’nin bir haberine göre ise Ramazan ayının başlaması ile birlikte 6 Mayıs’ta Camii faaliyete geçecek(ti).  Yunanlıların Müslümanları yine “ti”ye aldıkları görülüyor ki açılış 6 Mayıs’ta gerçekleşmedi.
(Yazımızı yazdığımız gün itibari ile Yunanistan’da etkili Türk/Yunan kuruluşları temsilcileri dostlarımız ile görüşmeler yaptık. Söz verilen 6 Mayıs’ta açılmadığı gibi ne zaman açılacağı da net değil.)
Yunanistan Hükümeti’nin en çok dikkat ettiği hususun cami yönetiminin Türklere geçmemesi olduğunu belirtmiştik! Bu bağlamda açılacak caminin faaliyetlerini denetleme için bir idari komite devlet tarafından oluşturuldu. Bu komite de imam pozisyonu için Fas doğumlu bir Yunanistan vatandaşı olan “Zeki Muhammed”i adayı olarak belirledi ve bu kişiyi onaylaması için Eğitim Bakanı Kostas Gavroglou'na sundu.
50 yaşında olan Zeki Muhammed 25 yıl önce Yunanistan'a gelmiştir. İlahiyat ve matematik eğitimi aldığı bilinen Zeki Muhammed Arapça, Yunanca ve Fransızca biliyor ancak Türkçe ile hiç ilgisi yok ve daha önceleri Atina’daki izinli beş mescitten birinde imam olarak görev yapmıştır. Zeki Muhammed’in devlete yakın olduğu ve direktiflere de uyacağı Batı Trakya kaynaklı Türk medyasında vurgulanan bir husus.
Deniz Kuvvetleri deposundan bozma bir binada, açılış tarihi sürekli ertelenen cami için Yunanistan Müslümanlar Birliği “Atina’da yapılan şey camii değildir” demiştir. Minaresiz olan bu caminin yönetimi üzerinde seçilmiş Türk müftülerin bir söz hakkı olmayacağı da ayrı bir tepkiye yol açmaktadır.
Artık bir komediye dönen bu açılışı süreci devam ederken Yunanistan’dan başka bir komedi haberi alındı.

ATİNA FETHİYE CAMİ’SİNİN BAŞINA NE GELDİ?
Konu, yukarıda bahsettiğimiz ve 2010’da Erdoğan’ın Papandreu’dan restore edilmesi talebinde bulunduğu Atina Fethiye Camii ile ilgili. 2019’un Nisan ayı sonu itibariyle Yunan medya kaynaklarında 1458 yılında Fatih Sultan Mehmet’in Atina’yı fethetmesi anısına inşa edilen Fethiye Camii’nin restorasyonunun bu süreçte tamamlandığını ve bundan böyle galeri ve sergi alanı olarak hizmet vereceğini öğrendik!
Yunanistan'ın bağımsızlığı sonrası Fethiye Camii, önce okul daha sonra farklı amaçlar için kullanılmış. Bir dönem şehrin hapishanesi olarak hizmet veren cami, kışla mekânı da olmuştu. 1890 yılından önce un ambarı, 1935 yılına kadar ise uzun yıllar ordunun ekmek fırını olarak çalışmıştı. Fethiye Cami, 1935 yılında yıktırılmak istenmiş ancak Türk Hükümetinin yaptığı girişimler nedeniyle bundan vazgeçilmişti. Fethiye Camiinin dış duvarlarına dayalı çok sayıda Osmanlı mezar taşı da bulunuyor.
Fethiye Camii;  Medrese, mescit, hamam gibi birçok Osmanlı eserinin bulunduğu bir bölgede ve ülkenin sembolü olan Akropolis’in eteklerinde bulunuyor. Yaklaşık 300 metre uzaklıkta bulunan tarihi Osmanlı Mustafa Ağa Camisi de (Voyvoda)  aynı akıbetle “Yunanistan El Sanatları Müzesi” olarak hizmet vermekte.
Atina’daki Müslümanlar 6 Mayıs’ta bir caminin açılmasını beklerken ve bu gerçekleşmezken, Osmanlı eseri Fethiye Camii’nin Nisan sonu itibariyle sergi olarak hizmete girmesi trajikomik bir ironidir.
Zaman zaman Atina’da bir camiye karşı Ruhban Okulu’nun açılması şeklindeki söylemlerde Yunanistan’ın tek taraflı menfaat peşinde olduğu aşikâr görünüyor. Bu kadar eski ve önemli Türk eserleri dururken Atina’da açılacak olan minaresiz ve mimarisi tuhaf eski bir askeri yapıdan bozma binanın tahsis edilmesi de trajikomiktir.
Yunanistan’ın açılıp açılmayacağı belli olmayan Cami’nin yönetiminden  Türkleri uzak tutmak için elinden geleni yapması da dikkate değerdir.


17 Kasım 2017 Cuma

YUNANİSTAN CUMHURBAŞKANI PAVLOPULOS TÜRKLERİN VARLIĞINI REDDEDİYOR

“Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos “Onlar dinen Müslüman olan Yunan vatandaşlarımızdır ve kendilerine tam dinî özgürlüğü temin etmekteyiz” “Dün ve önceki gün maalesef duyduğumuz sözde azınlık açıklamaları gibi açıklamalar Lozan Antlaşması’nı doğrudan ihlal etmektedir ve akıl almaz, kabul edilemez” dedi. „

“Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos “Onlar dinen Müslüman olan Yunan vatandaşlarımızdır ve kendilerine tam dinî özgürlüğü temin etmekteyiz” “Dün ve önceki gün maalesef duyduğumuz sözde azınlık açıklamaları gibi açıklamalar Lozan Antlaşması’nı doğrudan ihlal etmektedir ve akıl almaz, kabul edilemez” dedi. „

Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu’nun Yunanistan Gezisinin Ardından Yunanistan Cumhurbaşkanı
Prokopis Pavlopulos Yine Kin Kustu

 Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu 2 Kasım’da Yunanistan’a gitti ve çeşitli temaslarda bulundu Batı Trakyalı Türklerle bir araya geldi. (Bakan Çavuşoğlu; 1972 Gümülcine Doğumludur)

AKP milletvekilleri Salih Çetinkaya,  Salih Fırat ve Mehmet Akyürek, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA)  Başkanı Serdar Çam ve Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem ile Türkiye Atina Büyükelçisi, Yaşar Halit Çevik; Bakan Çavuşoğlu’na bu gezide eşlik ettiler.

İlk olarak Türkiye'nin Atina Büyükelçiliği’ne giden Bakan Çavuşoğlu burada Atina Büyükelçimiz Yaşar Halit Çevik eşliğinde “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” yetkilileri ve “İmrozlular Derneği” yetkilileri ile bir saat süren bir toplantı yaptı.

31 Ekim’de "Dini ve Kültürel Çoğulculuk ve Barış İçinde Bir Arada Yaşama Konferansı" için Yunanistan’da bulunan Rum Patriği Bartholomeos da Büyükelçiliği’mizi ziyaret etmişti.

Aşağıda; Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu’nun Yunanistan ziyaretindeki temaslarını bir haber niteliğinde verdikten sonra ilk olarak; İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu’nun aynı gün yayınladığı bir deklarasyonu ve ardından Bakan Çavuşoğlu’nun Yunanistan ziyaretinden evvel TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşma içeriği ve Yunanistan ziyareti esnasındaki söylemlerinden ötürü Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos’un “aksiseda” gibi verdiği tepkiyi irdeleyeceğiz.

Yazımızın içeriğindeki bilgiler ve açıklamalar; Batı Trakya’da yayınlanan Türk medyasından derlenmiştir. Atina Büyükelçiliği’mizdeki İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu ve İmrozlular Derneği yetkilileri ile yapılan görüşmenin ayrıntıları ise İREF ve diğer Yunan/Rum siteleri ile sosyal medya kaynaklarından derlenmiştir.

İlginç olan; Sayın Çavuşoğlu’nun gerek TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşma içeriğinin ve gerekse Cumhurbaşkanı Pavlopulos’un anında verdiği aşırı tepkinin ulusal basınımızda hiç yer almamasıdır!

Hakan Çavuşoğlu Büyükelçilik ziyaretinin ardından Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Kocias ve ardından (Aslen İstanbul doğumlu bir Rum olan) Yunanistan Eğitim, Araştırma ve Din İşleri Bakanı Konstantinos Gavroğlu ve ardından Başbakan Yardımcısı Yannis Dragasakis ile görüştü. Gavroğlu ile görüşmesinden sonra Bakan Çavuşoğlu basın mensuplarına şu şekilde konuştu:

Benim Batı Trakya doğumlu olmam ile Bakan Gavroğlu’nun da İstanbullu bir Rum olmasının karşılıklı sorunların çözümü için bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Eğer biz bu hususta inisiyatif almazsak bize bu görevi verenlere ve içinden çıktığımız topluluklara haksızlık olur. Biz artık meselelerimizi kapalı kapılar ardında birbirimizin ardından konuşmuyoruz. İlk ağızdan oturup konuşabilecek seviyedeyiz.

Hakan Çavuşoğlu Yunanistan’a yaptığı ziyaretin ikinci gününde Gümülcine’ye gitti ve Batı Trakya İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği’nin (BİHLİMDER) onuruna verdiği sabah kahvaltısına katıldı ve Başkan Mehmet Emin Ahmet ile diğer dernek yöneticileri ile görüştü.

Gümülcine Seçilmiş Müftülüğü’ne de giden Hakan Çavuşoğlu Seçilmiş Müftü İbrahim Şerif ile görüşmesinin ardından Gümülcine Türk Gençler Birliği’ni (GTGB) de ziyaret ederek soydaşlara “İnsanların ömründe unutamayacağı dönüm noktaları vardır. Ben de unutamayacağım bir gün yaşamaktayım. Tamamen sizin bağrınızdan çıkmış, burada doğmuş, burada büyümüş, geçmişteki hatıralarıyla buraları her daim iliklerine kadar işlemiş bir arkadaşını ve kardeşiniz olarak bugün sizlerle burada böyle bir kucaklaşmayı yaşamak benim için çok büyük onur ve gururdur.” şeklinde bir konuşma yaptı.

Celal Bayar Azınlık Lisesi’ne yaptığı ziyarette ise kendisini Rodop Milletvekilleri Ayhan Karayusuf ve Mustafa Mustafa ile okul yöneticileri ve öğrenciler karşıladılar. Bakan Çavuşoğlu ve beraberindeki heyet Gümülcine’den ayrılarak görüşmeler yapmak üzere İskeçe’ye de gitti.

Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu, Yunanistan gezisinden önce TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda, Başbakan Yardımcılığına bağlı kurumların bütçesi üzerinde milletvekillerinin sorularını yanıtlarken, Batı Trakya’daki soydaşlarla ilgili olarak sorulan suallere aşağıdaki cevapları verdi.

İstanbul’daki Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlarımızdan da Yunanistan’a gittiklerinde ‘Batı Trakyalı soydaşların hakkını verin’ demelerini bekliyoruz.”

Komisyonda kendisinin de Batı Trakya Gümülcine’de doğduğunu ve bir azınlık ilkokulunda okuduğunu ifade eden Bakan “İçinde doğup büyüdüğüm atmosferin içinde yaşamış olduğum bazı olaylar ve kişisel tarihim neticesinde mutlaka empati yapmayı ön plana alıyorum.”şeklinde konuştu. Azınlıkların, bırakıldıkları ülkelere bir emanet olarak tevdi edildiklerini ifade eden Bakan Çavuşoğlu, “Ben böyle görüyorum. İstanbul’daki gayrimüslim azınlıklarımız Türkiye’ye; Yunanistan, Batı Trakya’daki Müslüman Türk azınlığı da Yunanistan’a emanet edilmiştir.

İstanbul’da 64, Çanakkale’de 6, Hatay’da 7 Rum vakfı ile İstanbul’da 48, Hatay’da 3, Diyarbakır’da, Mardin’de, Kayseri’de birer Ermeni vakfı bulunduğuna işaret eden Bakan Çavuşoğlu; İstanbul’da 12, Hatay’da 2, Çanakkale’de, Bursa’da, Ankara’da, Kırklareli’nde, İzmir’de de birer Musevi vakfı ile İstanbul’da 1, Şırnak’ta 1, Diyarbakır’da 1, Mardin’de 6 ve Elazığ’da 1 Süryanı vakfı da bulunduğuna dikkat çekmiştir ve Türkiye’de Keldani, Bulgar ve Gürcü vakıflarının da olduğunu söylemiştir. Son 15 yılda vakıflarla ilgili yapılan yasal düzenlemeleri de anlatan Bakan, AK Parti iktidarları olarak vatandaşların demokratik haklar bağlamında her türlü hakka sahip olmasını arzu ettiklerini de vurgulayan Çavuşoğlu, Ermeni kültür mirasının korunmasına yönelik projeleri anımsatarak; bu çerçevede 3 Ermeni uzmanın 2015’te Türkiye’ye geldiğini, söz konusu çalışmalara katılarak incelemelerde bulunduğunu vurgulamıştır.

Komisyonda HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan’ın, sorularına da yanıt veren Bakan, Kültür ve Turizm Bakanlığınca restorasyon çalışmaları yapılan Ermeni kilise ve eserlerine de değinerek şöyle konuşmuştur. “Erivan’daki Serdar Sarayı’ndan haberiniz var mı? Nerede bu saray? Yerinde var mı? Kalıntısı var mı? Yeller esiyor. O zaman sayın Paylan sizden bir ricam var. Kim yapmış biliyor musunuz? Revan Hanı Hüseyin Ali Han yapmış. Lütfen şimdi basın açıklaması yapın ve bunların gün yüzüne çıkarılması için Ermenistan’ın gerekli işleri yapmasını isteyin. Eğer yapamıyorsa TİKA ile iş birliği sağlasınlar, biz yapacağız. Şah İsmail Mescidi… Haberiniz var mı Ermenistan’da bulunduğundan ve ne durumda olduğundan? Yok, şu anda yok. Şah Abbas Mescidi şu anda yok. Ülkemize haksızlık yapmak gerçekten de olmuyor.”

Çavuşoğlu ayrıca Ruhban okuluyla ilgili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları bulunduğunu da belirterek, “Ben öbür gün Batı Trakya’da olacağım. Bunları yaptığımız için Batı Trakya’daki soydaşlarım benim yakama sarılıp, ‘niçin bizim hakkımızı istemiyorsunuz’ diye bağırdıklarında ne söylememi istiyorsunuz?” diye sordu.

Garo Paylan ise “Hep mütekabiliyet” diyorsunuz. Onlar bizim vatandaşlarımız. Biz yapalım onlar utansın deyin” şeklinde konuşmuştur.

Bakan Çavuşoğlu ise “İstanbul’daki Rumlardan da Ermenilerden de Yahudilerden de Yunanistan’a gittiklerinde ‘Batı Trakyalı soydaşların hakkını verin’ demelerini bekliyoruz.”  Söylemini yineleyerek “Ruhban okulu açın diyorlar! Yunanistan’da çıkarılan kanun var ama müftülüklerin seçimi yok. Atina’daki bizim Fethiye Camisi’ni restore ettiler ama müze olarak kullandırılıyor. Bunlar yaşanırken biz bunları yaparken birilerinin de bunları görmesi gerek. Biraz evvel bahsettiğim Ermenistan’daki Osmanlı yadigârı eserlerin restorasyonu için çağrıda bulunun! Ruhban Okulu’nun açılmasının şartlarını Sayın Cumhurbaşkanımız 2012 yılı 8 Şubat’taki grup toplantımızda açıkladı. 3 şart söylemişti. Onları size hatırlatıyorum” dedi.

Bakan Çavuşoğlu’nun TBMM Komisyonunda söylediği açıklamalar Batı Trakya’daki Türk basınına yansıdı. Batı Trakya’da yaptığı konuşmalar sırasında da aynı söylemleri yineledi. Bu konuşmalarda Batı Trakya’daki Türklerden “Türk Azınlığı” olarak bahsetmesine ise Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos sert bir dille karşılık verdi.

Pavlopulos yaptığı nezaketsiz açıklamada “Batı Trakya’da sadece dinî azınlık vardır” dedi ve konuyu Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine dahi bağladı ve şöyle devam etti:

Onlar dinen Müslüman olan Yunan vatandaşlarımızdır ve kendilerine tam dinî özgürlüğü temin etmekteyiz” ifadelerini kullanan Cumhurbaşkanı “Dün ve önceki gün maalesef duyduğumuz sözde azınlık açıklamaları gibi açıklamalar Lozan Antlaşması’nı doğrudan ihlal etmektedir ve akıl almaz, kabul edilemez ve tabiî ki kabul görmeyen açıklamalardır” ifadelerini kullandı.

Güneydoğu Akdeniz’de gerçekleştirilen Yunanistan-Mısır ortak askeri tatbikatına Türkiye tarafından yapılan tepkilere de bu basın açıklamasında yanıt veren Cumhurbaşkanı Pavlopulos “Bu bir yakın tehdit durumudur ve ihtiyatî savunma hakkımızdır. Bu söylemlerin bir yakın tehdit olduğu ise kendiliğinden kanıtlanmaktadır ve biz bunu çok iyi biliyoruz. Bunu; daha Kıbrıs’a yapılan işgal döneminden ve sürekli ihlallerde gördüğümüz tutumlarından biliyoruz” ifadelerini kullandı.

(Yunanistan’daki Türk Azınlığını kabul etmeyerek Müslüman Yunanistan vatandaşları şeklinde yaklaşan Yunan Devleti Türk söylemini ya da sıfatını bastırmak için Pomak faktörünü nasıl kullandığı hakkında kısa süre içinde bir yazımız çıkacaktır.)

----------------------------------------- 

İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu’nun 2 Kasım Tarihli Basın Bülteninin özeti:

İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu - 2 Kasım 2017

İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu ile Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu ile Türk Büyükelçiliği’nde yapılan toplantı İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu adına Nikolaos Uzunoğlu, Genel Sekreter N. Anagnostopoulos ve Rumvader (Türkiye’deki Rum Vakıfları Derneği) adına George Theodoridis ile Atina’daki İmroz dernekleri yetkilileri katıldılar.

İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu adına şu iki konu ayrıntılı olarak ele alındı: 1- Bakan Hakan Çavuşoğlu'nun sorumluluğu 2-Türk Hükümetinin İstanbul’dan göç etmiş Rumların yeni nesillerinin geri dönmesi ile ilgili yükümlülüğü ve bu geri dönüşün aktif olarak desteklenmesi.

Ayrıca aşağıdaki konular da ele alınmıştır. Rum Cemaat vakıflarının seçimlerine izin verilmemesinde oluşan yasadışılık. Bu yasadışılık Rumlardan çok devlete zarar vermektir.

Türkiye; Balıklı Vakfı’na özel olarak tolerans göstermelidir. Burada 1991 yılından bu yana seçim yapılamamıştır.

Galata’daki üç kilisenin yasadışı olarak işgalinin 50 yıl boyunca devam etmesi. (Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin mülklerinden bahsediliyor)

Mazbut vakıfların geri verilmesi konusu. Vakıflar seçimlerinde Türkiye dışında yaşayan Rumların da katılabilmesi. 

---------------

https://soyledik.com/tr/makale/6648/yunanistan-cumhurbaskani-pavlopulos-turklerin-varligini-reddediyor--bojidar-cipof.html

ihttps://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/yunanistan-cumhurbaskani-pavlopulos-turklerin-varligini-reddediyor

14 Mart 2014 Cuma

1964’TE TÜRKİYE’DEKİ YUNANLILARIN SINIR DIŞI EDİLMELERİ



Geçtiğimiz günlerde Babil Derneği (Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği) tarafından, Tophane Lüleci Hendek Caddesi’ndeki eski Tütün Deposunda “20 Dolar 20 Kilo”  adlı 30 Mart’a kadar devam edecek olan bir sergi açıldı. 1964’te Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarının toplu olarak sınır dışı edilmelerinin 50. Yılı vesilesi ile düzenlenen 20 Dolar 20 Kilo Sergisi ile birlikte birçok medya organında “Bilinmeyen sürgün” ya da “1964 sürgününün gizli yönleri” şeklinde başlıklar çıktı.

15 Mart Cumartesi saat 16'dabahsi geçen sergi mahallinde; “İstanbul'un Son Sürgünleri” başlıklı, Rıdvan Akar, Cengiz Aktar, Ceren Sözeri, İlay Örs, Samim Akgönül, sürgün mağduru olarak lanse edilen; Dionysinos Angelopoulos ve Eirini Fragkou ile İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu’nu temsilen Mihail Mavropoulos’un konuşmacı olarak katılacağı bir panel de düzenlenecektir.

Babil Derneği yetkililerine göre; “Yakın tarih bildiğiniz gibi değil, size anlatıldığı gibi değil.”dir… Babil Derneği; 1964’te Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarının toplu olarak sınır dışı edilmesini bir “Tehcir” olarak kabul etmektedir ve önümüzdeki Ekim ayında Bilgi Üniversitesi’nde bu konuda ayrıca uluslararası bir konferans da tertipleyeceklerdir.

Geçtiğimiz yüzyılda Dünya’nın birçok yerinde maalesef trajediler yaşanmış ama bu trajedileri yaşayanlar ile yaşatanlar bir noktada barışmaya çalıştılar. Bu konuda; Nazilerin Yahudilere yaptıkları ya da Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombalarını ve daha birçok örnekleme yapmak mümkün…

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de yaşanan “Varlık Vergisi” ile “6-7 Eylül Olayları” da bu bağlamda gerçek birer trajedidirler ve bunu birçok yazımızda vurguladık.

1942’deki  “Varlık Vergisi” TBMM’de kabul edilmiş, kanunla salınmış bir vergidir ve iç kamuoyu ile uluslararası platformlardaki tepkilerin neticesinde kaldırılmış, ancak yürürlükte kaldığı sürede yaşananlardan ötürü ardında binlerce mağdur bırakmıştır.

1955’teki “6/7 Eylül” olaylarının boyutu ise ancak devletin bazı katmanlarının organizasyonu ile oluşabilecek mahiyettedir ve bu hadise de ardında binlerce mağdur bırakmış, hatta bu olayların ardından küserek Türkiye’den göç eden bir dalga da yaratmıştır.

Bu her iki olay da Türkiye’nin ayıbıdır ve tabi ki bunların yaşanmaması gerekirdi. Göz ardı edilmemesi gereken ise bu her iki trajedinin de Türkiye tarafından kabul edilmiş ve mağdurlarına özür ile tazminatların ödenmiş olduğudur.

Son yıllarda Varlık Vergisi ile 6/7 Eylül hadiselerinin yanı sıra başka iki husus kullanılarak Türkiye hakkında gerçek bilgilere haiz olmayan iddialar ortaya atılmaya başlandı. Bunlardan biri 1923/24 Mübadelesi ve diğeri de 1964 sürgünleridir.


1923/24 MÜBADELE-İ AHALİ

Nüfus Mübadelesi; Lozan Anlaşması’nın ardından Lozan’da taraf olan ülkelerin ve Türkiye ile Yunanistan’ın da karşılıklı anlaşmalar çerçevesinde kabul ve birlikte uyguladıkları bir nüfus değiş tokuşudur ve BM’nin oluşturduğu, “Mübadele-i Ahali Komisyonu”  tarafında organize edilerek uygulanmıştır.

Mübadele kapsamında; Yunanistan’da yaşayan Türk asıllı Yunanistan vatandaşları ile Türkiye’de yaşayan Rum asıllı Türk vatandaşlarının değiş tokuşu sağlandı. Batı Trakya’da yaşayan Türkler ile İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumlar bu mübadeleden muaf tutuldular. Bu göç vesilesiyle mağdur olanların sayısı çok fazladır ama oluşan mağduriyetlerde tek başına Türkiye suçlanamaz ve bu bağlamda Mübadeleyi Türkiye’nin yarattığı bir trajedi olarak kabul ve lanse etmek ise tam anlamıyla bir haksızlıktır. Çünkü ahali değiş tokuşunu gerçekleştirmek üzere kurulan uluslararası komisyonda; Türkiye ve Yunanistan taraflarını temsilen dörder kişi ile BM tarafından, (1.Dünya Savaşı’na katılmamış ülkelerden) seçilen üç kişi görevlendirilmiş ve adına kısaca “Karma Komisyon” denilmiştir.

Karma Komisyon görevini 8 Ekim 1923’ten, 21 Haziran 1924’e kadar Atina’da daha sonra ise İstanbul’da sürdürmüş, mübadelenin tamamlanması üzerine de BM tarafından feshedilmiştir.


1964 SÜRGÜNLERİ

Yazımızın ana konusu, 1964’te alınan bir kararla Rumların, Türkiye’den gönderilmeleridir.  Nasıl ki Lozan’dan sonra ahali değiş tokuşu, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde gerçekleştirilmiş ise 1964’te de aynı şekilde ve uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşları, 1930 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nın iptal edilmesi üzerine sınır dışı edildiler.

Tabi ki 1964’te de çok sayıda mağduriyet oluştu ama bu olayı tam bir perspektif ile irdelemeden, sadece 16 Mart 1964’te başlayan sınır dışı işlemini ele alarak Türkiye’yi suçlamak ve bunun adına “zorunlu göç” ya da “sürgün” demek haksızlıktır. 1964 ile ilgili hakikati aşağıdaki şu iki cümle ile özetlemek mümkündür:

Türkiye 1964’te kendi vatandaşları olan Rumları sınır dışı etmedi!

Türkiye 1964’te Yunanistan vatandaşlarını sınır dışı etti!

Sürgün tanımlaması; bir ülkenin kendi vatandaşı olanları hudut dışı etmişse kullanılabilir. Her ülkenin toprakları üzerinde yaşayan kendi vatandaşı olmayan kişiler için ikamet izni vermemek, yenilememek ve gerektiğinde sınır dışı etme hakkı uluslararası kurallar gereği vardır.

Burada şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekiyor: Tabii ki 1964’te TC vatandaşı olduğu halde mecburen gidenler de oldu. 1930’dan itibaren Yunanistan vatandaşları ile Rum asıllı Türk vatandaşları arasında evlilik yolu ile yoğun aile bağları oluşmuş durumdaydı ve bu tür ailelerin bireylerinden olup zaruri olarak Türkiye’den ayrılanlar da azımsanamaz.

Yazımızın devamında anlaşılacağı gibi; Türkiye ile Yunanistan arasında, Kıbrıs dolayısı ile bir “Savaş Hâli” mevcuttu. Bu bağlamda hükümetin esas amacının, etnik olarak sadece Yunanlı olanların sınır dışı edilmelerini amaçladığı görülmektedir.

(Yazarın Notu: 1993 ile 2007 yılları arasında Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı’nda yönetim kurulu üyeliğimiz oldu. Bu süreçte vakıf belgeleri arasından anladığımız üzere sınır dışı işleminin sadece etnik olarak Yunanlı olanlara yönelik olduğu anlaşılmaktadır.)  

İstanbul’daki Bulgar Cemaati’nin mensuplarının büyük bölümü geçtiğimiz asırda Yunanistan’daki Ege Makedonya’sından gelerek İstanbul’a yerleşmiş kişilerdir. Bunların bir kısmı Türkiye’ye Yunan pasaportu ile gelmişler ve süreç içinde TC olmak için talepte bulunmamışlardır.

1964’te Türkiye’deki Yunan vatandaşlarının ikamet tezkereleri uzatılmayarak sınır dışı edildiklerinde bu kişiler, Bulgar Kilisesi’nden etnik açıdan Yunanlı olmadıklarını gösterir belgeler alarak ve bunları ilgili makamlara sunmak suretiyle sınır dışı edilmemişlerdir. Hatta Türkiye Cumhuriyeti daha sonra özel bir kararname çıkartarak, Yunanistan vatandaşı olan Bulgar Cemaati mensuplarına kısa sürede Türk vatandaşlığı vermiştir.

1964’te Yunanistan ile Türkiye; Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Yunanistan vatandaşlarının ikamet tezkerelerini iptal ederek sınır dışı etmesine neden olan başka hususlar da var! Bunların en büyüğü Aralık 1963 sonunda Kıbrıs’ta,  Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik katliamdır.

20 Aralık’ta, Kıbrıs’taki Türk köylerinde çok sayıda katliam yaşandı. “24 Aralık Noel Gecesi” Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız ailesi; eşi Mürüvvet, küçücük evlatları Kutsi, Hakan ve Murat “Dînî Bütün Hıristiyanlar” tarafından hunharca katledildiler!

Bir banyo küvetine sokularak katledilen bu insanların fotoğrafı Türkiye’de ve Dünya’da büyük infial yarattı. Bu olaydan sonra Kıbrıs’ta 103 köy boşaltıldı toplamda 25 Bin kişi gerçek anlamda kendi vatandaşı olduğu ülkeden “sürgün” oldu.  Bu trajik olayın fotoğrafı ise yıllarca akıllardan çıkmadı ve Kıbrıs ile ilgili her olumsuzlukta medyada kullanıldı. (Örnek: 22 Aralık 1985 Milliyet)

Bu arada 1964 başında bir başka gelişme de olmuş ve Beyoğlu’nda gizli faaliyet gösteren bir Yunan derneği ortaya çıkarılmıştı. Derneğin adı; “Elliniki Enosis” yani “Helenik İlhak”tı.  “Enosis” yani “İlhak” Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasının simgesel söylemidir.

Kıbrıs Başpiskoposu olmadan önce İngiltere’nin Başpiskoposu olan ve Kıbrıs’a gittiğinden sonra katliamları tetikleyerek tarihe “Kanlı Papaz” olarak geçen “Makarios” da bu yöntemi daha önce kullanmış, İngiltere’de yaşayan Yunanlılardan zorla bağış adıyla haraç topladığı için ülkeden kovulmuştu.

Aynı yöntemin İstanbul’da da gerçekleştirildiği bu derneğin deşifre olmasıyla ortaya çıkınca ortam daha da gerildi. Savaşın eşiğine gelinmiş bir ortamda; Türkiye’de böyle bir adla gizli faaliyet gösteren ve kayıt dışı makbuzlarla Rum Cemaati’nden bağış ya da haraç toplayan bir derneğin varlığı İsmet İnönü Hükümeti’ni harekete geçirdi. Derneğe yapılan baskında binlerce bağış sahibinin adı ortaya çıktı ki bunların büyük bir kısmı Türkiye’de 1930 Anlaşması’na istinaden ikamet eden ve TC vatandaşı olmayan Yunanlılardı.

13 Mart 1964’te ise ortam daha da gerildi! Kıbrıslı Rumlar muhasara altında tuttukları Türk köylerine insani yardım gönderilmesini engellemeye başladılar ve 10 Türk köyüne daha saldırdılar.

Bu olay artık bardağı taşıran son damla oldu ve Türkiye; “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı, 1930 yılında Türkiye adına imzalayan İsmet İnönü’nün bizzat verdiği bir önerge ile feshetti. Böylece Yunanistan vatandaşı olanların sınır dışı edilme işlemleri başladı.

1964 Sürgünleri; sürgün değildirler. Günün savaş şartları çerçevesinde, kendi vatandaşı oldukları ülkeye sınır dışı edilen Yunanistan vatandaşlarıdır.

6 Şubat 2014 Perşembe

GAYRİMÜSLİMLERİN TÜZEL KİŞİLİKLERİ: "SORUNLAR VE HAKLAR" 2. KONFERANSI


30 Ocak’ta Gayrimüslimlerin Tüzel Kişilikleri: "Sorunlar Ve Haklar" 2. Konferansı, Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisi ortaklığı ve Venedik Komisyonu katkılarıyla, Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü, Mahkeme Salonu’nda gerçekleştirildi.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü adına izlediğimiz bu konferanstaki katılımcıların yaptığı konuşmalardan bir kısmını (özetle ve) yorum yapmadan sunum sıralamasına göre burada paylaşıyoruz.

Açılış Konuşmaları:

Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turgut Tarhanlı

Lozan’dan doğan hukuki eşitlik Türkiye açısından tartışmalıdır. Son 10 yılda ise daha çok sorun olan bu tüzel kişilik sorunlarını bugün tartışacağız. Azınlıklara Lozan’da verilen izinler uygulamada sağlanamamıştır. Türkiye Gayrimüslim azınlıkların haklarını tanımada negatif durumdadır. Bu bağlamda; bugün 37/45 maddeler, uygulamasında insan hakları açısından tartışmalıdır çünkü bu maddeler o günün şartlarına göre hazırlanmıştır. 1923’ten sonra uluslararası hukuk çok ileri gitti ama Türkiye şu anda bu hususlarda hayli geri kalmıştır. AB ve Avrupa Birliği Konseyi kararları referans alınmamaktadır. BM uygulama ve standartları ile AİHM kararları özellikle 9. Madde ki bu din ve vicdan ile ilgilidir uygulanmalıdır. 9 ve 11 aralarında elzem bir bağ kurularak uygulanmalıdır. Aslında 9 ve 11 bize Lozan hükümlerinin nasıl uygulanmasını da gösteriyor ancak bizde kötü bir hukuki hafıza bulunmakta. 70’li yıllarda Yargıtay Hukuk Kurulu’nun yorumu o tarihten sonra azınlıkların dini kurumlarının taşınmaz mal edinmelerini kısıtlamıştır. Mazideki olumsuz hususları hatırlamamamız ve düzeltmemiz için ne yapmamız gerekir? Bu konferans işte bu amaçla tertiplenmektedir.

AB Bakanlığı Bakan Yardımcısı Dr. Alaattin Büyükkaya

Sevgi, saygı ve hoşgörü Osmanlının Balkanlardaki en büyük izidir. Bugün Dünya’da son 80 yılda dillerini unutmuş, unutturulmuş çok coğrafya var. Oysaki Osmanlının coğrafyasında bulunan tüm etnik unsurların din, inanç ve özellikle dil sorunları olmamıştır. Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın katkılarıyla 2010 yılında çıkartılan genelge ile Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından azınlıklara iade edilen taşınmazlar, yaklaşık 2.5 Milyar Euro’dur. Büyükada Yetimhanesi de bu süreçte Fener Rum Patrikhanesi’ne iade edilmiştir. Sümela ve Akdamar’da ibadet için verilen izinler, Diyarbakır Surp Griogorios Kilisesi bu konuda Türkiye’nin sağladığı önemli adımlardır. Lozan ise herkese yönelik olmalı, bir tarafa negatif, bir tarafa pozitif hak sağlamamalıdır. Mesela biz bu adımları atarken Atina’da şu anda bir cami yok! Selanik’te mezarlık yok! İnsanlar merhumlarını gömmek için Batı Trakya’ya gitmek zorundadır.

Biz Türkiye olarak kendi vatandaşlarımıza her türlü hakkı vermeliyiz ki bunu sağlıyoruz. Ama kendi hukukumuzu sorgularken diğer insanların da hukukunu sorgulayın. Dışarıdaki Türklere AB normuna uymayan çok şey yapılıyor, bunlar için de gayret gösteriniz. Burada Sümela açılırken orada Lozan’a taraf ülkeler ne yapıyor? Mesela Müftü seçimine yapılan engeller! Mesela Türk adlarının kullanılamaması! Bunları da gündeme getiriniz.

Biz Türkiye olarak AB’ye hazırız ama bakın elli yıl oldu sürekli bize zorluk çıkartılıyor. Açın fasılları gerekeni yapalım diyoruz. Bizden çok geriden gelen ülkeler AB üyesi oldular. Bakın Hırvatistan da AB üyesi oldu. Fakat bazı fasıllarla ilgili eğitimi biz onlara verdik. 1963-2014 biz hâlâ bekliyoruz! Bu kabul edilemez bir durumdur! Azınlık hakları diyorsunuz ama biz tüm vatandaşlarımızın refahı için zaten gayret içindeyiz. Madem Atina’da cami yok! Orada da lobi yapınız ki azınlık hakları tek taraflı olmasın, bunlar da söylenmeli ki adil olunsun. Bu toplantı bir ihtiyaçtır ama kazanımlar karşılıklı olmalıdır.

Cemaat Vakıfları Temsilcisi Laki Vingas 

13 Mayıs 2013’te ilki yapılan ve azınlıklar için çıkış yolları aradıkları bu toplantıyı tekrarlamaktan hoşnut olduğunu ifade etti. Çok hızlı gelişen ülke gündeminde önemli bir ihtiyaç olan dini özgürlükler için Venedik Komisyonu standartlarına uyulması gerektiğini vurguladı.

1. Oturum Gayrimüslim Cemaatler: Tarih, Toplum Ve Hukuk 

Prof. Dr. Arus Yumul - Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi “Temsil, Karşı temsil ve Gayrimüslimler” 

Gayrimüslim teriminin ayrıştırıcılığı hakkında konuştu Gayrimüslim teriminin Müslüman teriminin karşıtı olmadığını ve aşağılayıcı bir mana ifade ettiğini söyledi. Türkiye’nin 19 Y.Y.dan bugüne asimilasyon tutumu içinde olduğunu, Türkiye’deki Gayrimüslim düşmanlığını; vatanın bölünmez bütünlüğünün teminatı olarak kabul edildiğini söyledi. Türkiye’de birine “Ermeni” ya da “Ermeni Dölü” denmesinin çok büyük bir hakaret olarak kabul edildiğini, Türklerin Ermeniler ve diğer azınlıkları misafir olarak gördüğünü ve “Misafir ev sahibine müteşekkir olmalıdır” görüşünün bulunduğunu ve bazı Türklerin “Benim Ermeni arkadaşım da var” şeklindeki söylemlerini bir hakaret olarak kabul ettiğini belirtti. Sonra sosyal medyadan örnekler vererek; Ekşi Sözlük, Kötü Sözlük Uludağ Sözlük, Uykusuz Sözlük, Santral Sözlükten topladığı Ermeni karşıtı cümleleri ardı ardına ironi de yaparak Türkiye’deki Ermeni düşmanlığını eleştirdi.

Prof.Dr. Elçin Macar - Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi “Tüzel Kişilik Meselesi ve Ruhani Kurumların Geçmiş Deneyimi” 

Gayrimüslimlerin sıkıntılarında tüzel kişilik sorunları birinci husustur. Osmanlı döneminde bunun Babıali tanımlamıştı ve hiçbir sorun yaşanmıyordu ama Türkiye Cumhuriyeti bunu tanımlamaktan daima kaçınmış ve konjektüre göre davranmayı tercih etmiştir. Söylemde herkes eşittir denmekle birlikte uygulamada bu daima zıttı oldu ve Gayrimüslimler ulusun dışında kaldılar böylece Devletle ilişkilerinde zor anlar yaşadılar. Rum Patrikhanesi’nin kabul edilmeyen tüzel kişiliği ve Ekümenik vasfını Dünya tanımaktadır ama bizde “başpapaz” olarak kabul edilmektedir. Tüzel kişiliği olsaydı tabi ki başpapaz denemezdi ve Ruhban Okulu için de muhatap olarak dava açılabilirdi. 2007’de Yargıtay tarafından verilen bir kararla, yüksek mahkemenin hiç de görevi olmadığı halde Patrikhane’nin Ekümenik olmadığına hukuksal bir karar verilmiştir ve bu abesle iştigal demektir.

2. Oturum Azınlık Politikaları Işığında Tüzel Kişiliğin Önemi 

Laki Vingas - Cemaat Vakıfları Temsilcisi “Gayrimüslim Azınlıkların Temsili ve Tüzel Kişilik Eksikliği” 

Bu akademik çalışmalar bir başlangıçtır ve daha da devam edeceğiz. Ben 2008’de ve 2011’de bu göreve seçildim. Bu mesuliyetli bir görevdir ve bunu ifa etmeye çalışıyoruz, karşılıklı tartışarak sorunları çözmek için gayret ediyoruz. Tüzel kişilik olarak görülmüyoruz ama bir yandan da Devlet seçimleri takip ediyor. Bu seçimler 15/20 yıl arayla olunca tabi ki bir anlam ifade etmiyor ve seçim disiplinsizliği de yaratıyor. Bu yoruma açık seçimlerde kargaşa ve husumetler çıkıyor. Bu aksamalar da hizmetlerde inkitaya neden oluyor. Bu belirsizliği gidermek için bir ana statüye gerek var. Örgütlenme hakkımız olmalıdır. Bu nedenlerle Gayrimüslim cemaatlerin yapısı negatif gelişmektedir. 100 sene evvelki örgütlenme biçimini beklemek mutlaka doğru değildir ve Rum vakıfları süratle birleştirilmelidir. Fermanların devamıyla bu iş yürümez teori ve uygulamada amacım sıkıntılara dikkat çekmektir. 60 kadar mazbut vakfımız var. Devlet bu durumlarda mazbut İslam vakıflarına göre davranıyor. Mazbutaya alınan vakıflarda Devlet restorasyon yapmışsa bile cemaatin söz hakları yok olmamalıdır.

Dr. Adnan Ertem - Vakıflar Genel Müdürü “Cemaat Kurumlarının Osmanlı’dan Günümüze Yapılandırılması, Tüzel Kişilikler ve Mülkiyet Hakları” 

Bugün buradaki konuşmamda size iki farklı kimlikle hitap edeceğim. Konuşmamı bir akademisyen sıfatıyla yapmak istiyorum ancak mevzuat ile ilgili bir sorunuz olursa bu kez de size vakıflar Genel Müdürü olarak hitap ederim.

1935’teki Vakıflar Kanunu ülkemizde bu konuda bir milattır. Kamuoyunda bu kanun beyannamelerin verildiği yıl olan 1936 olarak bilinir ve “36 Beyannamesi” olarak tanımlanır. 1936’da Türkiye Cumhuriyeti azınlık vakıflarına pozitif anlamda bir yapı sağlamıştır. Burada şu an konuştuğumuz dini maksatlı cemaat vakıflarını yeni vakıflarla karıştırmamak gerekir. Bu vakıflar tarihsel bir süreç ve bu süreçten gelen taşınmazları ve dini hizmet verdikleri bir cemaatle birlikte tanımlanırlar ve Türkiye’nin bu vakıflara sağladığı haklar; kuruluş belgelerindeki ya da fermanlarındaki amaçların dışına çıkamaz. Bunlar dini vakıflardır ve en başta da ticari faaliyet yapamazlar. Aslında Türkiye’nin de bu vakıflara sağlayacağı imkânlar; dini ya da kendi kültürel hizmetleri için gereken sınırları aşamaz. Fakat biraz evvel değindiğim gibi ülkemizde bu iştigal alanları dışında vakıf kurmak Anayasal bir haktır. Her türlü yardım ve kültür amacıyla vakıf kurabilirsiniz. Musevilerin 500. Yıl Vakfı’nı bu konuda örnek olarak gösterebilirim. Ama Lozan’ın verdiği ayrıcalıklı statü sadece kilise, mezarlık ve hayratları ile sınırlıdır.  Bu statüyü yaşattığına inanılan vakıflar faal diğerleri ise mazbuttur. Mazbut vakıflardan olup restorasyonunu yaptığımız taşınmazlar vardır ki bunları restorasyonu tamamladıktan sonra faydalanma açısından kendilerine bırakmak niyetindeyiz. Hakların kısıtlanması noktasında mütekabiliyeti dikkate almadan yaptıklarımız ortadadır. Buna rağmen yapılan birçok tenkidin ise haksızlık olduğu kanaatindeyim.

3. Oturum Uygulamada Hukuk Ve Politika 

Av. Ali Elbeyoğlu “Patrikhanelerin Tüzel Kişiliklerinin Olmamasının Yol Açtığı Hak Arama ve Mülkiyet Sorunları” 

Patriklerin TC olmaması onları yok saymaktır. Bu da işlerini muvazaalı yapmalarına neden olmaktadır. Sansaryan Han evvelâ Ermeni Patrikliği tarafından yönetildi sonra elden çıktı ve İl Özel İdaresi’ne geçti. Tüm bu süreçte, tüzel kişilik var gibi de davranılmıştır. Tüzel kişilik idari yargıda çok önemlidir. Sansaryan Han davasında Devlet Ermeni Patrikliğini çok zararlı bir hasım olarak sayarak işlem yapmıştır. Sansaryan Han; Emniyet Müdürlüğü olduğu süre içinde bilindiği gibi işkence merkezi olmuştur. Şu anda gelinen iade edilmesi noktası ise malumun ilânıdır. Bu ülkede Kürt ve Aleviler de yıllarca yok sayılmışlardır. Başörtüsüne yapılan baskı da yakında hallolan bir başka husustur. Geçtiğimiz sürede Türkiye’de en az ilerleme sağlanan husus ise azınlık haklarıdır. Bir köy derneğinin bile tüzel kişiliğinin var olduğu bu ülkede patrikhanelerin tüzel kişiliği yoktur.

Av. Setrak Davuthan “Cemaat Vakıflarının Tüzel Kişilikleri” 

Osmanlı’da hükmü şahsiyet mevhumu vardı ve o günkü mevzuat gereği tapular “namı müstear” olarak ya bir aziz ya da bir saygıdeğer kişi adına tescil edilmekteydi. Bu kurumlar Osmanlı Hayri kurumları olarak sayıldılar. Patrikler millet başıydılar. Osmanlı’dan gelen bu vakıflar için 1935’te İsviçre’den gelen bir heyet ile birlikte Vakıflar Kanunu hazırlandı. Bugünkü sorunlar bu dini kurumların Vakıflar Kanunu çerçevesinde olmasındandır. 1935’te bu kurumlar vakıf olarak tanımlandılar. İsviçre’den gelenin heyetin başkanı Hans Leman bugün yaşananları öngörseydi Vakıflar Kanunu’na açıklık getirirdi. Ben bu yasayı tenkit ediyorum. Kullanım, 36 beyannamesinin uygulanması, süre, idarenin temsili ve seçim sistemi ile ilgili büyük sorunlar vardır. Günümüzdeki tek gelişme seçim esnasının polisin gözetiminden alınarak Dernekler Müdürlüğü’ne aktarılmasıdır.

Av. Ester Zonana “Cemaatlerin Tüzel Kişilikleri” 

Cemaatler Osmanlı’da millet sistemi ile yönetilmekteydiler. Sonra nizamnamelere geçildi. Eskiden dini reisler kabul edilirdi, Islahat’tan sonra seçimler başladı. 1935’te taşınmazlar liste olarak istendi ve sonra vakıf olarak kabul edildiler. Medya antisemitik davranarak halkı Hahamlığa karşı kinlendirmiştir. Eskiden haham delegelerle seçiliyordu. Şimdi ise seçimden sonra seçim kurulunu dağıtan bir uygulama var. Bir sorun olduğunda süratle organize olunamıyor.

Foti Benlisoy “Ekümenik Patrikhanenin Tüzel Kişilik Meselesi” 

Bu gün burada çok detaylı açıklamalar yapıldı. Egemen bir Devlet olan Türkiye’de evvelâ zihniyet dünyamızı düzelmeliyiz. 2007’de Yargıtay’ın Patrikhane’nin Ekümenikliği açısından vermiş olduğu bir karar bir rezalettir. Azınlıklara burada yabancı denmektedir ve halkın algısına göre kötüdürler ve tehdittirler. Rum Patrikliği’nin Ekümeniklik ve tüzel kişilik sorunları büyük sorunlardır Bir ruhani reisliğin tüzel kişilik sayılmamasın anlamak güçtür. Aziz Nesin’in dediğine göre; “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz”. Anlayacağınız, Devletin işine geldiğinde yaşar işine gelmediğinde yaşamaz.

Devlet bu argümanı; “Zaten cemaat vakıfları var sen neden tüzel kişilik olasın?” şeklinde algılamayı tercih ediyor. Diyanet bir yandan bu ülkenin vergilerinden ayrılan bütçe ile örgütlenirken diğer yandan bir başka dini reislik, tüzel kişilik dahi sayılmıyor. Bu bir din özgürlüğü ihlalidir, çoğulcu demokrasiye aykırıdır. Aslında Büyükada Yetimhanesi’nin tapusunun verilmesi ile tüzel kişilik resen tanınmıştır ama sadece orada kalmıştır. Ruhani bir kurum olan Patrikhane’nin kurumsal açıdan tüzel kişiliği ve dini açıdan Ekümenik ünvanı kabul edilmiyor. Esas bu kabul edilemez bir durumdur. Tüzel kişiliğin tanınması için yasal uygulamalar gerekiyor. Diğer Gayrimüslim toplulukların da örgütlenmesi için tüzel kişilik sorunları vardır. Gayrimüslim toplulukların içişlerinde özgür olması gerekir ama bizde bu böyle değildir. Yeni bir yapı ve düzenleme gerekiyor. Bu mesele demokrasi ve çoğulculukla ilgilidir.

4. Oturum Gayrimüslim Tüzel Kişilikler Ve Hukuk 

Prof. Dr. Ergun Özbudun - Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi “Venedik Komisyonu Raporu Işığında İnanç Gruplarının Tüzel Kişiliği İle İlgili Sorunlar" 

Venedik Komisyonu’nun 2010 tarihli raporu bugünkü konferanstaki ana konumdur. Bu rapor çok güzel hazırlanmış ve oybirliği ile kabul edilmiştir. Rapor; Türkiye’deki dini cemiyetlerin statüleri ile Ekümenik Patrikhane’nin durumuna ayrıntılı olarak bakmaktadır. Bu rapor; bir talep üzerine AB Parlamentosu Asamblesinin İzlemene Komisyonu’nun talebi ile hazırlanmış olup, tüzel kişilik ve Ekümenik sıfat ile ilgilidir. Heybeliada Ruhban Okulu talepte özel olarak yer almadığı için bu husus kısa olarak yer almaktadır.

AB standartlarının temel metinleri ve sözleşmenin din ve vicdan ile ilgili 9. Maddesi; din özgürlüğünün salt bireylerin değil kolektif bir olgu olduğunu belirtir. Din özgürlüğünün temel unsuru ise örgütlenme ve örgütlenme hakkıdır. Komisyon bu konuda standart bir uygulama olmadığını ve bazı ülkelerde “Devlet Kilisesi” mantığını ortaya koymaktadır. Örneğin Almanya’da kilise; kamu hukuku ile çalışır. Fransa; inanç dernekleri diyebileceğimiz bir yöntemi benimsemiştir. Yani AB ülkelerinde bu konuda standart ve özel bir düzenleme yoktur. Türkiye’de azınlık cemaatlerinin tüzel kişiliklerinin olmaması pratikte sorunlar yaratmıştır. Bunlar; hukuk, mülkiyet meseleleri, iş ilişkisi ile bağlı olarak da olmayan tüzel kişiliğin personelinin SGK sorunları… Avrupa’da Fransız sistemi olan inanç dernekleri bence en iyisidir. Türkiye’de bu sorunlar nasıl aşılabileceğinin uygulanabirliği araştırılmalıdır. Burada Türkiye’nin laikliğinin özelliği işleri zorlaştırmaktadır. Mesela Norveç’te diyanetin işlemesi bize benzer ama bizdeki gibi iktidarın dayatmacılığı yoktur. Gayrimüslimlere eğer özel haklar verirsek “Marjinal Müslüman gruplar da bunu ister mi?” endişesi de bir yandan vardır. Mesele sadece bir hukuk tekniği sorunu değildir. Gayrimüslimleri yabancı ve düşman gören ciddi bir zihniyetin de değişimine ihtiyaç bulunmaktadır. Ekümeniklik sorunu; Türkiye’yi ilgilendirmez ve Devletin bu konuda müdahalesi olmamalıdır. Devletin hiçbir resmi kurumu bu hususa karışmamalıdır.

Halki (Heybeliada Ruhban Okulu); Osmanlı’da ve tek parti döneminde var olmuş bir kurumdur. 1971’de kapatılması ise Türkiye’nin resmen bir ayıbıdır. Bu suretle insanların din adamı yetiştirme hakları ellerinden alınmamalıdır. Bu güne kadar açılması ya da hiç kapanmaması gerekirdi. Bunu Batı Trakya ile mütekabiliyet çerçevesinde değerlendirmek ise kabul edilemez bir durumdur ve hiçbir medeni ülke bunu yapmaz.

Prof. Dr. Hüseyin Hatemi – İstanbul Üniversitesi, Okan Üniversitesi ve İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakülteleri Öğretim Üyesi “Hukuk Devleti İlkeleri Işığında Cemaat Tüzel Kişilikleri” 

Allah’ın emri mutlaktır kâfir demek de günahtır. Hz. İsa’nın dediği gibi ölüm günü önemlidir. İnsanların mutluluğu için inanç özgürlüğü önemlidir. Böylece tüzel kişilikten çıkıp yabancılara ayırım yapmaya hakkımız yoktur. Evrensel temel hukukun 3 temel ilkesi vardır. Eşitlik İlkesi, Hakkaniyet İlkesi ve Namuslu Yaşamak İlkesi ya da dürüstlük…

Tüm dinlerde temel unsur sevgidir. İlahi sevgiyi insanlar değiştiremez. Hukukun ana kaynağı da sevgidir. Evrensel hukuk da sevgiye dayanır. Hangi din inancından olursa olunsun eşit insanlık tanınmalıdır. Buna uymayanlara insan dememek gerekir. Hz. İsa’nın sözleri de Rab’ın sözleridir. Kuran’ı Kerim’de de çeşitli ayetlerde sevgiyi bulabilirsiniz. Hukuk insanların ayrımcılık yapmaması için icat edilmiştir. Biz tarikatları kapattık. Tüzel kişilik tarikatlarda yoktu ve önemsizdi. Bizde de bu bir engel olmamalıdır. Zaten son kanun da rezalettir. AB uyum süreci başlamadan önce bir hamle ile kayıt düzeltme davaları açıldı. Bundan sonra taşınmazlar için evvelâ güvenlik kurumlarından sonra da vakıflar Genel Müdürlüğü’nden izin almak gerekiyor. Ya da Jitem’den Mit’ten de izin almak mı lazım?

Katolik vakıflarına da yapılan haksızlıklar önlenmelidir. AKP son kanunla makyaj bir düzenleme yapmıştır. Yapılan için “Evet ama yetmez” diyorum. Ekümeniklik ise bizi ilgilendirmez. Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapatılmış olması zaten Lozan’a aykırıdır. Maalesef biz azınlık haklarında Osmanlı’dan sonra geriye gittik. Lozan’dan sonra din haklarında çok daha geriye gittik. Lozan’dan sonra bir müddet haklara riayet ettik ama sonra felaketler başladı.

Gayrimüslim kelimesinden Arapça bilenler çok rahatsızdır. Bu kelime ile azınlıklara Arapçaya göre dinsiz demekle aynı olan bir sıfatlama yapılıyor. Azınlıklara tanınmayan haklar insanlık ayıbıdır. Çifte ölçütlülükten kaçınmak gereklidir. Bu işleri düzeltmek için mutlaka bir üst kurul kurulmalıdır.

Yazarın Notu: Bu konferansı baştan sona kadar izledik, ayrıntılı olarak not aldık ve kayıt yaptık. Bu yazımızın başında da belirttiğimiz gibi konuşmacıların bir kısmının söylemlerini özetle ya da satır başlarını vererek sunum sıralamasına göre paylaşıyoruz. Bu söylemleri hiç yorum katmadan verdiğimizi de özellikle belirtmek isteriz.

Süryani Kadim Kilisesi Patrik Vekili Yusuf Sağ ilk oturumun sonuna doğru konuşmacıların önüne gelerek beklemeye başladı ve sunumlar bitince mikrofonu alarak şu şekilde konuştu: “Neden burada Süryaniler temsil edilmiyor? Biz de Türkiye’de yerleşik çok eski bir toplumuz. 3500 yıllık İbrahim’in dilini konuşuyoruz. Biz Aremice ve Arapça biliriz. Gayrimüslim demek çok yanlıştır. Gayrimüslim Arapçada dinsiz demektir. Neden burada farklı inanç sahipleri denmiyor? Konferansın ilerleyen kısımlarında hatırlanmayı bekliyoruz.”

Süryani Ortodoks Kilisesi Metropoliti Yusuf Çetin ise sonraki oturumun öncesinde kürsüye çıktı ve Süryani Kadim Kilisesi Patrik Vekili Yusuf Sağ’ın konuşmasına benzer bir şekilde; 3500 yıllık bir topluluk olduklarını, hiç bir zaman Devlete sorun çıkaran bir cemaat olmadıklarını. Hz. İsa’nın dili olan Aramiceyi devam ettiren ve Arapça da bilen inançlı bir topluluk olduklarını, Gayrimüslim söyleminin Arapçada “dinsiz” anlamına geldiğini. Mesele azınlık sorunları olduğunda neden dışlandıklarını dile getirdi.