Nikolaos Uzunoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nikolaos Uzunoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2014 Cuma

1964’TE TÜRKİYE’DEKİ YUNANLILARIN SINIR DIŞI EDİLMELERİ



Geçtiğimiz günlerde Babil Derneği (Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği) tarafından, Tophane Lüleci Hendek Caddesi’ndeki eski Tütün Deposunda “20 Dolar 20 Kilo”  adlı 30 Mart’a kadar devam edecek olan bir sergi açıldı. 1964’te Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarının toplu olarak sınır dışı edilmelerinin 50. Yılı vesilesi ile düzenlenen 20 Dolar 20 Kilo Sergisi ile birlikte birçok medya organında “Bilinmeyen sürgün” ya da “1964 sürgününün gizli yönleri” şeklinde başlıklar çıktı.

15 Mart Cumartesi saat 16'dabahsi geçen sergi mahallinde; “İstanbul'un Son Sürgünleri” başlıklı, Rıdvan Akar, Cengiz Aktar, Ceren Sözeri, İlay Örs, Samim Akgönül, sürgün mağduru olarak lanse edilen; Dionysinos Angelopoulos ve Eirini Fragkou ile İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu’nu temsilen Mihail Mavropoulos’un konuşmacı olarak katılacağı bir panel de düzenlenecektir.

Babil Derneği yetkililerine göre; “Yakın tarih bildiğiniz gibi değil, size anlatıldığı gibi değil.”dir… Babil Derneği; 1964’te Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarının toplu olarak sınır dışı edilmesini bir “Tehcir” olarak kabul etmektedir ve önümüzdeki Ekim ayında Bilgi Üniversitesi’nde bu konuda ayrıca uluslararası bir konferans da tertipleyeceklerdir.

Geçtiğimiz yüzyılda Dünya’nın birçok yerinde maalesef trajediler yaşanmış ama bu trajedileri yaşayanlar ile yaşatanlar bir noktada barışmaya çalıştılar. Bu konuda; Nazilerin Yahudilere yaptıkları ya da Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombalarını ve daha birçok örnekleme yapmak mümkün…

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de yaşanan “Varlık Vergisi” ile “6-7 Eylül Olayları” da bu bağlamda gerçek birer trajedidirler ve bunu birçok yazımızda vurguladık.

1942’deki  “Varlık Vergisi” TBMM’de kabul edilmiş, kanunla salınmış bir vergidir ve iç kamuoyu ile uluslararası platformlardaki tepkilerin neticesinde kaldırılmış, ancak yürürlükte kaldığı sürede yaşananlardan ötürü ardında binlerce mağdur bırakmıştır.

1955’teki “6/7 Eylül” olaylarının boyutu ise ancak devletin bazı katmanlarının organizasyonu ile oluşabilecek mahiyettedir ve bu hadise de ardında binlerce mağdur bırakmış, hatta bu olayların ardından küserek Türkiye’den göç eden bir dalga da yaratmıştır.

Bu her iki olay da Türkiye’nin ayıbıdır ve tabi ki bunların yaşanmaması gerekirdi. Göz ardı edilmemesi gereken ise bu her iki trajedinin de Türkiye tarafından kabul edilmiş ve mağdurlarına özür ile tazminatların ödenmiş olduğudur.

Son yıllarda Varlık Vergisi ile 6/7 Eylül hadiselerinin yanı sıra başka iki husus kullanılarak Türkiye hakkında gerçek bilgilere haiz olmayan iddialar ortaya atılmaya başlandı. Bunlardan biri 1923/24 Mübadelesi ve diğeri de 1964 sürgünleridir.


1923/24 MÜBADELE-İ AHALİ

Nüfus Mübadelesi; Lozan Anlaşması’nın ardından Lozan’da taraf olan ülkelerin ve Türkiye ile Yunanistan’ın da karşılıklı anlaşmalar çerçevesinde kabul ve birlikte uyguladıkları bir nüfus değiş tokuşudur ve BM’nin oluşturduğu, “Mübadele-i Ahali Komisyonu”  tarafında organize edilerek uygulanmıştır.

Mübadele kapsamında; Yunanistan’da yaşayan Türk asıllı Yunanistan vatandaşları ile Türkiye’de yaşayan Rum asıllı Türk vatandaşlarının değiş tokuşu sağlandı. Batı Trakya’da yaşayan Türkler ile İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumlar bu mübadeleden muaf tutuldular. Bu göç vesilesiyle mağdur olanların sayısı çok fazladır ama oluşan mağduriyetlerde tek başına Türkiye suçlanamaz ve bu bağlamda Mübadeleyi Türkiye’nin yarattığı bir trajedi olarak kabul ve lanse etmek ise tam anlamıyla bir haksızlıktır. Çünkü ahali değiş tokuşunu gerçekleştirmek üzere kurulan uluslararası komisyonda; Türkiye ve Yunanistan taraflarını temsilen dörder kişi ile BM tarafından, (1.Dünya Savaşı’na katılmamış ülkelerden) seçilen üç kişi görevlendirilmiş ve adına kısaca “Karma Komisyon” denilmiştir.

Karma Komisyon görevini 8 Ekim 1923’ten, 21 Haziran 1924’e kadar Atina’da daha sonra ise İstanbul’da sürdürmüş, mübadelenin tamamlanması üzerine de BM tarafından feshedilmiştir.


1964 SÜRGÜNLERİ

Yazımızın ana konusu, 1964’te alınan bir kararla Rumların, Türkiye’den gönderilmeleridir.  Nasıl ki Lozan’dan sonra ahali değiş tokuşu, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde gerçekleştirilmiş ise 1964’te de aynı şekilde ve uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşları, 1930 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nın iptal edilmesi üzerine sınır dışı edildiler.

Tabi ki 1964’te de çok sayıda mağduriyet oluştu ama bu olayı tam bir perspektif ile irdelemeden, sadece 16 Mart 1964’te başlayan sınır dışı işlemini ele alarak Türkiye’yi suçlamak ve bunun adına “zorunlu göç” ya da “sürgün” demek haksızlıktır. 1964 ile ilgili hakikati aşağıdaki şu iki cümle ile özetlemek mümkündür:

Türkiye 1964’te kendi vatandaşları olan Rumları sınır dışı etmedi!

Türkiye 1964’te Yunanistan vatandaşlarını sınır dışı etti!

Sürgün tanımlaması; bir ülkenin kendi vatandaşı olanları hudut dışı etmişse kullanılabilir. Her ülkenin toprakları üzerinde yaşayan kendi vatandaşı olmayan kişiler için ikamet izni vermemek, yenilememek ve gerektiğinde sınır dışı etme hakkı uluslararası kurallar gereği vardır.

Burada şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekiyor: Tabii ki 1964’te TC vatandaşı olduğu halde mecburen gidenler de oldu. 1930’dan itibaren Yunanistan vatandaşları ile Rum asıllı Türk vatandaşları arasında evlilik yolu ile yoğun aile bağları oluşmuş durumdaydı ve bu tür ailelerin bireylerinden olup zaruri olarak Türkiye’den ayrılanlar da azımsanamaz.

Yazımızın devamında anlaşılacağı gibi; Türkiye ile Yunanistan arasında, Kıbrıs dolayısı ile bir “Savaş Hâli” mevcuttu. Bu bağlamda hükümetin esas amacının, etnik olarak sadece Yunanlı olanların sınır dışı edilmelerini amaçladığı görülmektedir.

(Yazarın Notu: 1993 ile 2007 yılları arasında Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı’nda yönetim kurulu üyeliğimiz oldu. Bu süreçte vakıf belgeleri arasından anladığımız üzere sınır dışı işleminin sadece etnik olarak Yunanlı olanlara yönelik olduğu anlaşılmaktadır.)  

İstanbul’daki Bulgar Cemaati’nin mensuplarının büyük bölümü geçtiğimiz asırda Yunanistan’daki Ege Makedonya’sından gelerek İstanbul’a yerleşmiş kişilerdir. Bunların bir kısmı Türkiye’ye Yunan pasaportu ile gelmişler ve süreç içinde TC olmak için talepte bulunmamışlardır.

1964’te Türkiye’deki Yunan vatandaşlarının ikamet tezkereleri uzatılmayarak sınır dışı edildiklerinde bu kişiler, Bulgar Kilisesi’nden etnik açıdan Yunanlı olmadıklarını gösterir belgeler alarak ve bunları ilgili makamlara sunmak suretiyle sınır dışı edilmemişlerdir. Hatta Türkiye Cumhuriyeti daha sonra özel bir kararname çıkartarak, Yunanistan vatandaşı olan Bulgar Cemaati mensuplarına kısa sürede Türk vatandaşlığı vermiştir.

1964’te Yunanistan ile Türkiye; Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Yunanistan vatandaşlarının ikamet tezkerelerini iptal ederek sınır dışı etmesine neden olan başka hususlar da var! Bunların en büyüğü Aralık 1963 sonunda Kıbrıs’ta,  Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik katliamdır.

20 Aralık’ta, Kıbrıs’taki Türk köylerinde çok sayıda katliam yaşandı. “24 Aralık Noel Gecesi” Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız ailesi; eşi Mürüvvet, küçücük evlatları Kutsi, Hakan ve Murat “Dînî Bütün Hıristiyanlar” tarafından hunharca katledildiler!

Bir banyo küvetine sokularak katledilen bu insanların fotoğrafı Türkiye’de ve Dünya’da büyük infial yarattı. Bu olaydan sonra Kıbrıs’ta 103 köy boşaltıldı toplamda 25 Bin kişi gerçek anlamda kendi vatandaşı olduğu ülkeden “sürgün” oldu.  Bu trajik olayın fotoğrafı ise yıllarca akıllardan çıkmadı ve Kıbrıs ile ilgili her olumsuzlukta medyada kullanıldı. (Örnek: 22 Aralık 1985 Milliyet)

Bu arada 1964 başında bir başka gelişme de olmuş ve Beyoğlu’nda gizli faaliyet gösteren bir Yunan derneği ortaya çıkarılmıştı. Derneğin adı; “Elliniki Enosis” yani “Helenik İlhak”tı.  “Enosis” yani “İlhak” Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasının simgesel söylemidir.

Kıbrıs Başpiskoposu olmadan önce İngiltere’nin Başpiskoposu olan ve Kıbrıs’a gittiğinden sonra katliamları tetikleyerek tarihe “Kanlı Papaz” olarak geçen “Makarios” da bu yöntemi daha önce kullanmış, İngiltere’de yaşayan Yunanlılardan zorla bağış adıyla haraç topladığı için ülkeden kovulmuştu.

Aynı yöntemin İstanbul’da da gerçekleştirildiği bu derneğin deşifre olmasıyla ortaya çıkınca ortam daha da gerildi. Savaşın eşiğine gelinmiş bir ortamda; Türkiye’de böyle bir adla gizli faaliyet gösteren ve kayıt dışı makbuzlarla Rum Cemaati’nden bağış ya da haraç toplayan bir derneğin varlığı İsmet İnönü Hükümeti’ni harekete geçirdi. Derneğe yapılan baskında binlerce bağış sahibinin adı ortaya çıktı ki bunların büyük bir kısmı Türkiye’de 1930 Anlaşması’na istinaden ikamet eden ve TC vatandaşı olmayan Yunanlılardı.

13 Mart 1964’te ise ortam daha da gerildi! Kıbrıslı Rumlar muhasara altında tuttukları Türk köylerine insani yardım gönderilmesini engellemeye başladılar ve 10 Türk köyüne daha saldırdılar.

Bu olay artık bardağı taşıran son damla oldu ve Türkiye; “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı, 1930 yılında Türkiye adına imzalayan İsmet İnönü’nün bizzat verdiği bir önerge ile feshetti. Böylece Yunanistan vatandaşı olanların sınır dışı edilme işlemleri başladı.

1964 Sürgünleri; sürgün değildirler. Günün savaş şartları çerçevesinde, kendi vatandaşı oldukları ülkeye sınır dışı edilen Yunanistan vatandaşlarıdır.

25 Mart 2011 Cuma

1964’DE YUNANİSTAN VATANDAŞI RUMLAR TÜRKİYE’DEN “SÜRGÜN” DEĞİL “SINIR DIŞI” EDİLDİLER

Son günlerde Rum Patrikhanesi mahreçli birçok makale yazdık ve kamuoyuna “sempatize” edilerek sunulan bazı gelişmelerle ilgili olarak bu gelişmelerin gerçek yüzünü gözler önüne serdik. Adım adım ilerlemekte olduklarını, Patrikhane ile Yunanistan’ın aynı gemide yol almakta olduklarını vurguladık. Ve Lozan Antlaşması başta olmak üzere birçok özel anlaşmaların ve bunların doğal bir gereği olarak; Batı Trakya’daki olayları ve oradaki Türklerin (verilmeyen) haklarını, buradaki Rum Cemaati ve Patrikhane’nin edinimleri ile kıyasladık. Görünen tabloya bakarak da “mütekabiliyet” diye bir kavram olmadığına dikkat çektik. 

Bu arada bazı yabancı fonlarla beslenen, bir kısım medya mensupları ve akademisyenlerin bir sürekli olarak Türkiye Devleti’ne saldırdıklarını ve geçmişte yaşanan bazı olayları yazdık. Bunlar arasından “Varlık Vergisi” ile “6/7 Eylül 1955” olaylarının ise gerçekten Türkiye’nin bir ayıbı hatta bir kara lekesi olduğunu da kabul ettik. 

Fakat Türkiye’nin bu iki kara leke ile birçok başka medeni bildiğimiz ama sömürgecilik ya da soykırımcılık yapan ülkenin aksine ”yüzleştiğini” ve bunların karşılığında yüksek “tazminatlar” da ödediğine değindik. Gerçekten 1942’deki  “Varlık Vergisi” kanunla salınmış bir vergidir ve “6/7 Eylül 1955” olayları da ancak devletin bazı katmanlarının organizasyonu ile oluşabilecek mahiyettedir. 

Bu iki hadise dışında kalan başka tarihsel gerçeklerde, Türkiye’nin bir kabahatinin bulunmadığı ve bunların karşılıklı anlaşmalar ya da uluslar arası hükümler çerçevesinde işlemler yapılmış olmasına karşın; Varlık Vergisi ile 6/7 Eylül’ü de ekleyerek ortaya çıkan bir tabloyu özellikle sergilemeye çalışanlar maalesef azımsanmayacak düzeydedir. 

Eski makalelerimizde de vurguladığımız üzere; Lozan’ı müteakip Türkiye ile Yunanistan arasında akit edilen ikili anlaşmaların da çerçevesinde karşılıklı bir nüfus mübadelesi yapılmıştır. Tekrar etmemek adına birkaç cümle ile şunları yazabiliriz: Türkiye ile Yunanistan’ın müştereken oluşturdukları “Mübadele-i Ahali Komisyonu” bu zorunlu göçü 1923/1924’te organize etmişlerdir. Bu göç vesilesiyle mutlaka mağdur olanlar çoktur ama oluşan mağduriyetlerde tek başına Türkiye suçlanamaz. Ne yazık ki Türkiye’de yerleşik mübadiller ve onların kuşaklarının davranışları ile Yunanistan tarafının davranışları mukayese edilemez. 

1-Türkiye; Lozan’ı tek başına hazırlamadı.  

2-Bu kadar eski bir tarihi olayı irdelerken;  “o günün koşullarını”  da göz önüne almak şarttır. Bu vurgulanması gereken en önemli iki husustur/gerçektir. 

Geçen yazımızda; Türkiye’ye dönmeye hazır ya da bekleyen “120 Bin Rum” ile ilgili gelişmeleri gözler önüne serdik. Atatürk’ün de sıkça tekrarladığı bir gerçek olarak; Rumlar da Türkiye mozaiğinin bir parçasıydılar.  Bu tabi ki doğrudur. Ama 1964’te alınan bir kararla Rumların, Türkiye’den gönderilmeleri; aynı Lozan sonrasında uygulanan “zorunlu göç” gerçeği gibi, 1930 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan, “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”; o günün koşulları ve uluslar arası hükümler çerçevesinde iptal edilmiştir. 

Bu anlaşmanın iptali ve bunun sonucu olarak Rumların gönderilmesinin ise çok somut ve haklı bir sebebi vardır ve bu bunun için de Türkiye suçlanamaz ve suçlanmamalıdır. 

Çünkü 1964’te gönderilenler ya da sınır dışı edilenler TC vatandaşı olmayanlardı. O tarihte hiçbir TC vatandaşı Rum sınır dışı edilmedi. Bir ülke kendi vatandaşı olmayanı, uluslar arası hükümler çerçevesinde her zaman hudut dışına çıkarabilir ve bunun adı “sürgün” değildir. Sürgün tanımlaması; bir ülkenin kendi vatandaşı olanları hudut dışı etmişse yapılabilir. Tabi ki şu gerçeği de göz ardı etmeyelim: TC vatandaşı olup da 1964’te gidenler de oldu ama bunlar aile bağları nedeniyle ve kendi arzularıyla gidenlerdi. 

“İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” manşetiyle ve Atina Teknik Üniversitesi’nde görevli bir profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu” başkanlığındaki “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu”nun bu talebini 1964 şartlarında biraz irdeleyelim ve yazımızın bir yerinde, “O günün koşullarını da göz önüne almak şarttır.” demekle ne kast ettiğimizi de ortaya koyalım. 

Bir önceki yazımızın bir paragrafı şöyleydi

Vatandaşlık isteyenler, İstanbullu yani burada yerleşik olanlar değildir. Bunlar uluslararası yasalarla buradan gidenler ya da onların ikinci kuşaklarıdır. Şimdi Rum Patriği’nin, Anadolu’daki yerinde iki tane “taş” ya da “duvar” kalmış kiliselerde her sene neden ayinler yaptığını anladınız mı? İşte şimdi Patrikhane’de yüzlerce papaz olmasını neden istiyorlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar vatandaş olabilirlerse Anadolu’daki dedeye nineye “Bu ev benim dedemindi, babamındı” diyerek davalar açacaklar. Karşımıza binlerle ifade edilen mülkiyet davaları çıkacak. Lozan sonrasındaki karşılıklı “ahali değişiminde” zaten karşılıklı olarak mal takası ile bir nebze haklarını almışlardı. Zaten Türkiye de gelen mübadillere olabildiğince ”toprak” vererek mağduriyetlerin önlenmesini sağlamıştı.  

Yunanistan ayağı ise böyle olmadı! Buradan Yunanistan’a göç eden Rumlara ”TURKOS” dediler ve dışladılar. 

Not: Geçmişimi bilenler benim bir zamanların sıkı gitaristlerinden olduğumu ve bir dönem buzuki de çaldığımı bilirler. Geçen sene ziyaretime gelen gitarist bir eski arkadaşım bana oradaki acı gerçeği aktardı. Adını burada vermek istemediğim ve benden birkaç yaş daha büyük olan bu arkadaşım; oradaki “müzisyenler kahvesi” gibi müzisyenlerin toplandığı bir lokale her gittiğine kendisine hâlâ Yunanca “Hoş geldin Turkos” şeklinde hitap edildiğini ve bundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Bu insanlar orada kendi mahallelerini kurmak zorunda kaldılar ve bazı semtlerde kümelendiler. Bugün dahi bu insanlar orada horlanmaktadır ama zamanı geldiğinde de bu son “120 bin Rum” örneğinde olduğu gibi “maşa” edilmektedirler.    

Türkiye bu insanları sınır dışı etmekle haklı mıydı?  

İrdelemeye şuradan başlayalım: Bugün telaffuz edilen “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” doğru bir tercüme değildir. Bu federasyonun gerçek adı şöyledir: “İkumeniki Omospondia Konstantinupolition”  Manası işe şudur: “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’. İstanbul; Yunanlıların ”Megali İdea” doktrinine göre “Constantinople” (Konstantin’in şehri) olabilir. Fakat artık burası “İstanbul”dur. Hoş bazı entel dantellere göre Fatih Sultan Mehmet ne kötü bir adamdır ve ne de kötü etmiştir şu “Constantinople”yi fetih etmiştir...

İstanbul için hâlâ bu adı kullanmak resmen “bölücülük”tür ve burada gözlerinin olduğunun göstergesidir. Anadolu üzerinde Rumluğun esamesinin kalmadığı yerler adına yıllardır Patrikhane’nin metropolitlikler ihdas etmesinin ne anlama geldiği şimdi açıklanabilir duruma geldi.  

Bir kanaviçe gibi yavaş yavaş bizi örüyorlar ve örtü bitmek üzere! Bu şekilde tanımlamak bir komplo teorisi mi acaba?   

1964’te Yunanistan ile Türkiye; Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Aralık 1963 sonunda ise Kıbrıs’ta,  Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik olaylar gerçekleşti. 20 Aralık’ta Türk köylerinde başlayan kıyım “24 Aralık Noel Gecesi” ellerindeki silahları Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız ailesine çeviren “dini bütün Hıristiyanlar” eşi Mürüvvet, küçücük evlatları KutsiHakan ve Murat’a doğrultular. Bir banyo küvetine sokularak katledilen bu insanların fotoğrafı Türkiye’de büyük bir infial yarattı. 103 köy boşaltıldı toplamda 25 Bin kişi sürgün oldu. (22 Aralık 1985 Milliyet)   

Bu arada 1964 başında bir gelişme oldu ve Beyoğlu’nda gizli faaliyet gösteren bir “Yunan” derneği ortaya çıkarıldı.   

Bu derneğin adı yine şimdi bu ortaya çıkan“Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’ örneğinde olduğu gibi yanlış tercüme edilmiş ve  esas kimlik gizlenmişti. Derneğin gerçek adı; “Elliniki Enosis” yani “Helenik İlhak”tı. Savaşın eşiğine gelinmiş bir ortamda böyle bir adla gizli faaliyet gösteren ve kayıt dışı makbuzlarla Rum Cemaati’nden bağış toplanması “İsmet İnönü Hükümeti”ni harekete geçirdi.   

Burada şu iki vurguyu yapmak gereklidir:   

1- “Enosis” yani “İlhak” Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasının simgesel söylemidir. 

2- Kıbrıs’a gittiğinden sonra bu olayları tetikleyen ve “Kanlı Papaz” olarak bilinen “Makarios”; Kıbrıs’tan evvel İngiltere’nin Başpiskopos’uydu. Ve oradaki Yunanlılardan/Rumlardan “zorla” bağış ya da “haraç” topladığı için yapılan ihbarlar neticesinde ve İngiltere’nin tepkisi üzerine; devrin Rum Patriği “Athenagoras” tarafından Kıbrıs’a tayin edilmiş ve sonra da bilinen “Kıbrıs Olayları” patlak vermişti.   

Kıbrıs’ı Yunanistan’a “ilhak etmek” için vuku bulan bu senaryo bir yandan işlerken ve semeresini de vermek üzereyken, savaşa ramak kalınan bir ülkenin ”gizli” bir derneği ile burada “haraç” toplanıyordu.  
Derneğe yapılan baskında binlerce -ki bunların yaklaşık tümü burada 1930 anlaşmasına istinaden bulunan ve TC vatandaşı olmayanlardı- “bağış sahibinin” adı ortaya çıktı. Bu gerçek; ne yazık ki çok sınırlı kaynakta bulunan ve  ”gizlenen tarih”tir. 

İşte bu durum karşısında henüz “Kanlı Noel”in acısı içinde bulunan Türkiye; 1930 yılındaki “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı Türkiye adına imzalayan İsmet İnönü’nün verdiği bir önerge ile bu anlaşmayı feshetti ve Türkiye’de yerleşik Yunanistan vatandaşlarının 6 ay içinde ülkeyi terk etmesi şeklinde bilinen süreç başladı.    

1964 Sürgünleri; sürgün değildirler. Kendi vatandaşı oldukları ülkeye hudut dışı edilen Yunanlılardır. Sürekli çarpıtılan bu konu ile ilgili; Yunanlıları ”mazlum”, Türkiye’yi de “zalim” gösterme gayreti içinde olanlar, bu ayrıntıların ortada olmasını istemezler. Çünkü savaş teyakkuzu içindeyken ortaya çıkan “Helenik İlhak Derneği”  ve “Kanlı Noel”le tetiklenen ve Yunan vatandaşlarını hudut dışı edilmelerine neden olan süreç; çok “yanlış” ve “yanlı” olarak saptırılmaktadır.

Geçen ay ortaya çıkan “120 Bin Rum Vatandaşlık Bekliyor” haberi ise öyle sunulduğu gibi ”sempatik” değildir ve çok “vahim” bir durum söz konusudur.

17 Mart 2011 Perşembe

BOJİDAR ÇİPOF 14 MART 2011 ART (AVRASYA) TV'DE


Bojidar Çipof; 14 Mart 2011'de ART TV'de Gözde Kılıç Yaşın'ın sunduğu "21.Yüzyıl'da Dünya" programına telefonla konuk oldu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Yunanistan ziyaretinin provokasyon olarak algılanması ve Yunan Basını’nda bu ziyarete yapılan tepkiler ile son günlerde ortaya çıkan 120 bin Rum'a vatandaşlık talebi hakkında; "İkumeniki Omospondia Konstantinupolition" (Konstantinopleliler'in Ekümenik Federasyonu) Başkanı Nikolaos Uzunoğlu’nun Türkiye’deki televizyonlara verdiği beyanlar ile bu oluşumun Türkiye'de ne yapmak istediğini ve bunun Batı Trakya’daki Türklerle mütekabiliyet esasları açısından ne anlama geldiğini analiz etti

14 Mart 2011 Pazartesi

DAVUTOĞLU’NUN YUNANİSTAN GEZİSİNİN VE 120 BİN RUM’UN TÜRKİYE’YE GERİ DÖNMEYE KALKIŞMASININ ANALİZİ

Dışişleri Bakanı “Ahmet Davutoğlu” Türkiye’den bir heyetle geçtiğimiz hafta “Batı Trakya”daydı. Bu gezi kapsamında İskeçe ve Gümülcine’deki Türklerle bir araya gelindi. Daha sonra ise Türkiye Selanik Başkonsolosluğu ve “Atatürk’ün Evi” ile Selanik’teki Osmanlı eserleri ziyaret edildi ve Selanik Belediye Başkanı “Yannis Butaris” ile de görüşüldü.
Yunan Medyası” bu gezi nedeniyle Davutoğlu’nu “porovokatör” ilan etti ve aleyhine yazmadığını bırakmadı, Batı Trakya’daki Türklerle ilgili söylemlerini de “aşırı tahrik” olarak niteledi. Bu öfkeye neden olan husus, Davutoğlu’nun oradaki Türklere “Müslüman Türkler” diye hitap etmesi ve “Seçilmiş Müftüler” ile görüşmesi oldu.
Peki, Davutoğlu oradaki Türklere ne demeliydi, nasıl hitap etmeliydi de Yunanlılar kızmasın?
Yunanistan’ın dediği gibi “Müslüman Helenler” ya da “Yunanlı Müslümanlar” mı demeliydi ya da seçilmiş müftülerle değil de Yunanistan’ın seçtiği ”kukla” müftüleri mi muhatap alsaydı ve onlarla mı görüşseydi?
Yunanistan Hükümet Sözcüsü “Yorgos Petalotis”, “Batı Trakya'daki Yunanlı Müslümanların davetsiz avukatlara ve savunuculara ihtiyacı yoktur” dedi. Böyle bir nezaketsizliği Türkiye’ye gelen bir yabancı devlet adamı için burada duyabilir misiniz? Yunanistan başta Rum Patrikhanesi ile ilgili olarak bizim aleyhimizde ne kadar söylemlerde bulunduğu, ortada olan bir gerçektir.
Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu; 7 Ocak 2011’de, Erzurum 2011 Kış Oyunları” ve “Büyükelçiler Toplantısı”nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuğu olmuş ve oradaki konuşmasında neler döktürmüştü, bunlar hafızalarımızdadır...
Yunanistan Hükümet Sözcüsü “Yorgos Petalotis” da Papandreu'nun Erzurum’da “cesaret” ve “kararlılık” gösterdiğini" söylemiş ve “Son yıllarda belki de ilk kez bir Yunanlı başbakan bu kadar şiddetle ve hem de belirli bir dinleyici kitlesi önünde milli çıkarlarımızla ilgili tezlerde bu denli cesaret, kararlılık ve açıklık gösterdi. Başbakan, Yunanistan ile Türkiye arasındaki işbirliğine apaçık ön koşullar koydu. İhlâllerin ve “Casus Belli”nin iyi komşuluk ilişkilerine yakışmayan ve Türkiye'nin AB perspektifi ile bağdaşmayan tavırlar olduğunu vurguladı. Kıbrıs sorununa uluslararası hukuk kurallarına saygı çerçevesinde adil ve kalıcı bir çözüm istedi. Yunanistan, bir kez daha PASOK hükümeti ile ses ve argüman sahibi olduğunu ve uluslararası alanda varlığını kanıtladı.” demişti.
Yahu, Dışişleri Bakanı Davutoğlu orada Yunanlıları bu kadar öfkelendirecek ne dedi? Yunanlıların hükümet sözcüsü işte yine resmi tavırlarını ortaya koydu ve “Batı Trakya'daki Yunanlı Müslümanların davetsiz avukatlara ve savunuculara ihtiyacı yoktur” dedi.
Türkiye, buradaki Rumlara ve Rum Patrikhanesi’ne böyle mi davranıyor? “Mütekabiliyet” diye bir kavram var ama bunun “mütekabisi” yok. Bunun adı, tek taraflı vermektir. Biraz argo deyişle “yolunan kaz” durumundayız!
Yorgo Papandreu Erzurum’da, kameraların önünde canlı yayında ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gözüne baka baka, “KKTC’de Türk Askeri işgalcidir, Kıbrıs'ta işgal sürdükçe Türkiye AB üyesi olamaz.” demişti, “Türkiye neyi ispat etmeye çalışıyor. Tehditlerle hiçbir sorunu çözemezsiniz. Gerginlik aramızda ki ilişkileri zedelemektedir.” demişti...
Bu iki ziyareti karşılıklı kıyaslamaya kalktığımızda midemize “kramp” giriyor. Gerçekten “mütekabiliyet” ve “diplomatik nezaket” denen olgular Yunanistan’da Türkiye’ye karşı yok ve zaten hiç de olmadı...
Neden böyle sanki bizi efsunlamışlar gibi hep susuyoruz ve bizde taviz istediklerinde verdikçe de veriyoruz? Neden “mütekabiliyet” hiç aklımıza gelmiyor?
Tabi bir de şu var: Yunanistan’a ve Rum Patrikhanesi’ne son birkaç yılda o kadar çok tavizden de öte “edinimler” sağladık ki, ülkemiz çıkarlarına ters olan konularda o kadar çok “kolaylıklar” sağladık ki biz bu konuda gerçekten mi basiretimizin bağlandığı bir noktadayız. Bunu anlamakta zorlanır olduk. Hani basit bir kazayı ya da yaralamayı dakikalarca, sayfalarca yazan, sunan medyamız da nerede? Milli değerler açısından o kadar çok tavizler verdik ya da “hoşgörü” ile “gafleti” birbirinden ayrıştıramadık ki... Rum Patrikhanesi içeride, Yunanistan Batı Trakya’da, Kıbrıs’ta, Ege’de ve AB platformunda bize vurdukça vuruyor ve aldıkça da alıyor.
Bari şu Yunanlılara basınımız biraz “mütekabiliyet” etse...
Davutoğlu Batı Trakya’dakilere “Müslüman Türkler” diye hitap etti ve "Yunanca konuşan İstanbul Rumlarını nasıl ki bizim Yunan diye adlandırmamız en doğal şey ise sizin de anadilinizi ve dininizi korumanız da sizin en doğal hakkınızdır." dedi diye bakın ne manşetler atıldı.
Ta Nea Gazetesi, "Davutoğlu Yunanistan’ı Türk Azınlık ile tahrik ediyor" başlıklı haberinde şöyle yazdı: “Davutoğlu; Trakya Azınlığı'nı "Türk" olarak tanımladı ve haklarını Avrupa'da aramalarını istedi. Yaptığı konuşmalarda, “dillerinizi, dininizi ve kimliklerinizi korumalısınız, biz de size her zaman yardımcı olacağız ve bu konularda da sizi cesaretlendireceğiz.” demekle Yunanistan’ı tahrik etmiştir” şeklinde yazdı.
Elefteros Gazetesi ise: "Davutoğlu, Trakya Müslümanlarını ayaklandırıyor” manşeti attı.
Aklımıza Patrikhane ve Fener Rum Patriği geldi! Her fırsatta; “Çok zor durumdayız. Burada kendimizi Çarmıha gerilmiş hissediyoruz.” diyorlar ya...
Bu ve bunun gibi daha çok serzenişleri, şikâyetleri her fırsatta zaten dillendiriyorlar. Buna karşın, Türkiye’nin sağladığı çok sayıda korumayla dolaşan/korunan, VIP kapılarından girip çıkan, her fırsatta Başbakan düzeyinde devlet adamlarıyla aynı masada ve karede yer alan Rum Patriği’ne ve ekibine daha ne yapılmalıdır, daha ne kadar taviz verilmelidir?
Rum Cemaati için ise bir şey demeye gerek yok! Her Türk vatandaşından onların ne farkları vardır? İdari açıdan da Türk Halkı tarafından kendilerine gösterilen iyi komşuluk ve sevgi açısından da bu böyledir.
Burada tamir edilmesine izin verilmeyen bir Rum kilisesi yoktur. Cemaatin ihtiyacının çok üstünde olmasına karşın bütün Rum kiliseleri korunmaktadır ve açıktır. Her türlü tamir ve onarım, yapı yönetmeliğine uygun ruhsatlarla verilmektedir, sağlanmaktadır. Rum Patrikhanesi’nin binalarının Özal döneminde yeniden inşa edildiğini ve eskisinden kat kat büyük olarak inşa edildiğini de bu arada anımsayalım.
Bir “mütekabiliyetsizlik” gerçeği olarak ise Batı Trakya’daki camiler ve okulların tamirleri için türlü zorluklar çıkarılmakta, vakıfların adlarında “Türk” adı dahi kabul edilmemektedir. 2 bin kişi kadar olan Rum Cemaati’nde 60 kadar kilise var iken, Yunanistan’da süreç içinde el konulan hatta “diskotek” dahi yapılan camiler bulunmaktadır. Selanik ve hele Atina’da ibadet etme olanağı Müslümanlar için çok kısıtlıdır.
Şimdi Davutoğlu’nun Yunanistan ziyaretinde görüştüğü Selanik Belediye Başkanı “bir cami yapımına yardımcı olabileceğini” söylemiş. Bu söyleme de bizim medyamız manşet üstüne manşet atmıştır. “Aferin sana iyi Yunanlı başkan” demediğimiz kalmıştır...
Muhteremler! Altımızdaki toprak suya akıyor ama bizde ”tık” yok. Nedense bizde sadece olmayacak duaya “manşet” üstüne “manşet” atılıyor...
6 Ocak’ta Haliç’te suya Haçın atılma töreni esnasında duyulan ezan sesi üzerine Rum Patriği Bartholomeos ezanın bitmesini bekledi diye adamı “aziz” ilan etttik. Yani o esnada törene devam etseydi “Vay, ezana saygısızlık edildi” mi diyecektiniz? Bu adamlar Bizans’ın torunlarıdır hiç tongaya düşerler mi?
Papandreu, Erzurum’da Türkiye’ye “işgalci” ve daha neler dedi, bunlar haber niteliğinde sayılmadı ama aynı Papandreu, stadyumda bir cümle “Türkçe” konuşması manşetlerden inmedi.
Basiretimiz Yunanlılara/Rumlara karşı bağlı vesselam... Hadi bir hayırsever bulunsun ya da bir fon yaratılsın da bakalım “Selanik’te bir cami yapılmasınayardımcı olabileceğini” söyleyen Belediye Başkanı “Yanis Butaris”i ortada bulabilir misiniz?
Büyükada Rum Yetimhanesi’nin tapusunu Patrikhane’ye verdik...
13+1 Yunan asıllı papaza TC pasaportu da verdik. Şu anda 11 kişinin daha işlemleri yürüyor...
Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmamızı istiyorlar...
Rum Patrikhanesi’ne Ekümenik olarak kabul etmemizi ve tüzel kişilik olarak tanımamızı istiyorlar...
Yapılan tüm manevralarda, Kıbrıs’tan da önemli olan husus Rum Patrikhanesi’nin “EKÜMENİKLİĞİ”dir... Rum Patrikhanesi’ni Ekümenik kabul etmek ise Türk toprakları üzerinde “ORTODOKS HALİFELİĞİ” kurulmasını resmen kabul etmektir...”
Bir sonraki adım da “Megali İdea” doktrinine göre “BİR GÜN İSTANBUL’un KONSTANTİNOPOLİS OLMASI ve BİZANS’IN TEKRAR İHYA EDİLMESİDİR...” Sıra şimdi sanırız buna geldi!
Geçen 10 Mart’ta “Habertürk Televizyonu”nda, Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu Başkanı Prof. Nikolaos Uzunoğlu’nun ağzından ortaya konan “İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” talebi ile de şaşkınlığa uğradık.
Türkiye toprakları üzerinde “Yunancılık” faaliyetleri ile bilinen ama medyamızda birkaç ufak ajans haberi dışında pek yer almayan, 1951 İstanbul doğumlu, Atina Teknik Üniversitesi’nde halen Profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu”, “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu Başkanı” sıfatıyla çok önemli açıklamalarda bulundu.
Bugüne değin Patrikhane ve Rumlarla ilgili tüm haberler ve gelişmeler ile kendileri açısından çok büyük edinimler sayılabilecek hususlar hep “hoşgörü” çerçevesinde ve basit bir hadise gibi medyamızda yer buldu. Kendilerine “entelektüel” tanımlaması yapan çevreler de bu edinimlere hep ”alkış” tuttu. Ama artık durum böyle “hoşgörü” çerçevesinde değerlendirilemeyecek bir boyuta geldi.
Sıra işgale mi geldi diye artık korkmaya başladık! Çünkü bunu da yine çok “sempatik” olarak şöyle sundular:
“İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor”...
Vatandaşlık isteyenler, İstanbullu yani burada yerleşik olanlar değildir. Bunlar uluslararası yasalarla buradan gidenler ya da onların ikinci kuşaklarıdır. Şimdi Rum Patriği’nin, Anadolu’daki yerinde iki tane “taş” ya da “duvar” kalmış kiliselerde her sene neden ayinler yaptığını anladınız mı? İşte şimdi Patrikhane’de yüzlerce papaz olmasını neden istiyorlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar vatandaş olabilirlerse Anadolu’daki dedeye nineye “Bu ev benim dedemindi, babamındı” diyerek davalar açacaklar. Karşımıza binlerle ifade edilen mülkiyet davaları çıkacak.
 Bu iş; “Ne güzel Yunanlı kardeşlerimiz gelsinler” değil. Bu iş; “sirtaki, zeytinyağlı dolma ve pilaki” işi hiç değil.
İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” da doğru bir tercüme değil. Bu federasyonun orijinal adı; “İkumeniki Omospondia Konstantinupolition”dur. Tercümesi ise; “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’dur.
Nikolaos Uzunoğlu, 13 Eylül 2008’de “Atina Classical Akropol Otel”de “Septemvriana 6/7-9-1955” adı altında Türkiye’yi yerden yere vurmuştur. Nikolaos Uzunoğlu, 28 Haziran 2010’da “Yunanistan Kapadokya Dernekleri Birliği” ve “Konaklı Belediyesi” ile müştereken Ürgüp’te yapılan bir sempozyumda konuşmacı olmuş ve oradaki insanların gözünü “sirtaki”, “pilaki” ve “buraya turist akacak, para yağacak” ile boyamış olan kişidir ve geçtiğimiz hafta “İmroz ve Bozcaada” dernekleri temsilcileri ile bir toplantı yapmıştır. Uzunoğlu’nun üst düzey 4 yöneticimizle de -kendine göre- çok tatminkâr görüşmeler yaptığı ve mutlu olduğu da Yunanistan kaynaklarında var.
Kapadokya, Ege, Marmara ve Karadeniz’de durmak bilmeyen bir Yunan sirkülâsyonu var. Durmuyorlar, bizden sürekli tavizler alıyorlar ve adımlarını artık sıklaştırdılar!
15 Ağustos’ta “Sümela Manastırı”ndaki ayin de bu “120 bin” kişilik vatandaşlık talebi gibi çok “sempatik” bir şekilde medyamızca sunulmuş ama sonra anlaşılmıştı ki seçilen 15 Ağustos tarihi, Fatih Sultan Mehmed’in, “Trabzon Rum İmparatorluğu”nu yıkmasının yıldönümüdür.
16 Mart ve öncesinde Yunanistan’da yapılacak etkinlikler ile Yunan Medyası dikkatle izlenmelidir. Çünkü 16 Mart 1964; “İsmet İnönü”nün 1930 tarihli “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı yasa ile iptal ettiği tarihtir. Bu Türkiye’nin başına “kara leke” gibi çalınmak istenen “1964 Sürgünleri” meselesinin aynı Trabzon’da olduğu gibi rövanşını almaya yöneliktir.
1964’te “Kıbrıs Olayları” baş gösterdiğinde “ “İsmet İnönü” tarafından 16 Mart’ta alınan bir kararla; Türkiye’de yerleşik “Yunanistan Vatandaşları”nın 6 ay içinde ülkelerine dönmelerini öngören bir yasa çıktı ve 6 ay beklemeden yürürlüğe sokuldu. Zira ortada, bu iki ülke arasında oluşan bir “savaş hali” vardı.
Dünya’nın her ülkesi, ikamet tezkeresi (oturma müsaadesi) ya da vize ile topraklarında bulunan kimselerin ülkesini terk etmesini isteyebilir ve bu uluslararası anlaşmalarda yeri bulunan bir durumdur. Resmi istatistiklerde “12.832” kişi görünmekle birlikte, bu sayı aile bağları dolayısı ile doğan zaruri göç edenlerden kaynaklanarak “30 bin” dolayındadır.
1964 Sürgünleri” yakın süreçte devamlı olarak Türkiye’nin başına kakılmaya başlanan bir hal almış durumdadır. Türkiye 1964’te kendi vatandaşlarına “gidin” demedi. Gidenler kendi rızaları ile ya da mecburi aile bağları nedeniyle gittiler.
Artık bunun rövanşını almak üzere ve resmen harekete geçmişlerdir. Bu iş Sümela’da bir ayinden çok ötedir. İşin içinde “120 bin” kişiye vatandaşlık verme durumu vardır. Bu da mı sempatiktir? Bu da mı iyi komşulukla, sirtakiyle, dolmayla, zeytinyağlı Rum mezeleriyle açıklanacak bir durumdur?
16 Mart’ta bakalım neler olacak ve Yunan/Rum tarafı daha ne kadar yol alacak. “Yol alacaklar” diyoruz çünkü gerçekten yol alıyorlar ve almaya da devam edecekler. 

12 Mart 2011 Cumartesi

BU İŞ ARTIK “SİRTAKİ” VE “PİLAKİ”DEN İBARET DEĞİL!

120 bin Yunanlı; Türk vatandaşlığı almak istiyormuş. Bu kişiler, 1964’te Türkiye’den gönderilen Rumlar ve bunların ikinci kuşak çocuklarından oluşuyormuş.Yazımıza “mış”larla başladık! Cumhuriyet döneminde yaşanan bazı olaylar, son zamanlarda bir “güruh” Türkiye’yi kötü ve zalim göstermek ve akla gelecek ne kadar insanlık suçu içeren, münasebetsiz iş varsa; bunları yapmış bir ülke olarak lanse etmek için el birliğiyle çalışmaktalar...

Ulusal hedefi ya da ülküsü yani “Megali İdeası “Bir gün İstanbul’un yine Konstantinopolis olması” olan bir ülke durumundaki Yunanistan’ın, baş aktör olduğu bu kötü propagandanın temel ayaklarından biri de İstanbul Rumları ile ya da onları kullanarak yapılır ve çokça “mış” ile “miş” içerir.

Geçtiğimiz haftada ortaya çıkan, 120 bin Yunanlının Türk vatandaşlığı almak girişimi hakkında bir analize girmeden evvel Yunanistan’ın ve onun Türkiye’deki temsilcisi konumundaki, Fener Rum Patrikhanesi ile Türkiye Devleti arasındaki temel sorunları ya da onlar tarafından sorun şeklinde sunulan temel hususları irdeleyelim.

1- Lozan ve Mübadele
2- Varlık Vergisi
3- 6/7 Eylül Olayları
4- 1964 Sürgünü

LOZAN ANLAŞMASI VE MÜBADELE:  

Dört müttefik ülke olan; İngiltere, Fransa, İtalya Japonya bu konferansın toplanması çağrısı yapan ülkelerdir. Bunların yanı sıra; Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Amerika Birleşik Devletleri ise çağırılan beş ülkedir. Bulgaristan ise konferansta gözlemci olarak bulunmuştur.

Lozan’da imza altına alınmış maddeler, kararlar Türkiye’nin tek başına verdiği kararlar değildir. Kararlar; büyük bir heyetin baskısı altında alınmıştır ve bunlardan biri de Lozan Anlaşmasının, Yunanistan’la yapılan Ek Protokolüdür. Buna göre; Türkiye’de yaşayan Rumlar ve Yunanistan’da yaşayan Türkler karşılıklı göç ettiler. Bunun adı “Türkiye ile Yunanistan Nüfus Mübadelesi”dir ve “din” esasına dayanan zorunlu bir göç (mübadele) olmuştur.

Bu ek protokol mucibince, İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada’da yaşayanlar dışındaki tüm Rumlar ile Batı Trakya’da yaşayanlar dışındaki tüm Türkler mübadele ile yaşadıkları yerlerden ayrılmak durumunda kaldılar. Göç elbet yani “mübadil olmak elbette ki güzel bir durum değildir. Zira insanlar evlerinden, yurtlarından, işlerinden velhasıl doğup büyüdüğü yerlerden ayrılmak zorunda kalmışlardır.

Türkiye ile Yunanistan’ın müştereken kurdukları ”Mübadele-î Ahali Komisyonu” ya da “Karma Komisyon” bu karşılıklı göçü organize etmiştir. Yunanistan ile Türkiye mübadeleyi müştereken yönetmişlerdir. Karma Komisyonun merkezi; “Ekim 1923”den “21 Haziran 1924'”e kadar Atina’da ve bu tarihten sonra, tasfiye edilene kadar İstanbul'da kalmıştır.  

Şimdi bazı kişi ve sivil toplum oluşumları ile vakıflar sanki Lozan’ı ve Mübadeleyi; Türkiye tek başına kararlaştırdı ve uyguladı gibi sürekli anti propaganda halindedirler.  

Mart 2009’da “Tesev Vakfı” adına bir rapor hazırlandı ve kitaplaştırıldı. Raporun ana başlığı “BİR ‘YABANCI’LAŞTIRMA HİKÂYESİ” ve alt başlığı ise “Türkiye’de Gayrimüslim Cemaatlerin Vakıf ve Taşınmaz Mülkiyet Sorunu”dur ve hazırlayanlar Av. Kezban Hatemi ile Dilek Kurban’dır. 

Raporun ilk paragrafı şöyle başlar: “Türkiye’nin Cumhuriyet ile yaşıt olan ‘azınlık sorunu’, Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 1923 senesinden bu yana ülkenin temel siyasi meselelerinin başında yer almaktadır.

Lozan temel bir mesele ise bu “temel mesele”nin salt Türkiye’nin sırtına yüklenmek istenmesi ise anlaşılamazlardan biridir. Burada çok ilginç bir nokta ise rapora katkıda bulunanlara yapılan şu teşekkürdür:

TESEV, bu raporun yayımlanması ve tanıtılmasındaki katkıları için Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu, Açık Toplum Vakfı ve TESEV Yüksek Danışma Kurulu’na Teşekkür eder.

Açık Toplum Vakfı”nın bir “Soros Eseri” olduğunu anlamak için interneti şöyle bir tıklamak kâfidir ve bu vakfın başta medya ve akademik çevreler olmak üzere ülkemizdeki “entelektüel” yapıya yıllık yüz milyon dolarlarla ifade edilen yardımlar yaptığı da bir gerçektir.

Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu’nun ise bu yaratılmak istenen paradigmadaki yerini anlamakta zorlanmaktayız. Burada eğer Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu’nu aktörler arasında görseydik, bunu anlamakta zorlanmazdık. Ancak Hollanda’nın da bu sahada yer almasını şu meşhur, “Amcam beni niye öptü?” sözü ile bağdaştırmak gerçek bir tespittir kanaatindeyiz.

VARLIK VERGİSİ:  

Aşırı milliyetçi tavrıyla bilinen “Şükrü Saraçoğlu Hükümeti”nin, 5 Ağustos 1942’de Meclise sunduğu Hükümet Programında yer alarak 11 Kasım 1942'de “4305” sayılı kanun olarak yasalaşmış bir kanundur. Bu yasaya göre; tamamı gayrimüslimlerden oluşan bir listeye çok yüksek miktarlarda vergi salınmış ve ödeyemeyenler Aşkale’ye zorunlu çalışmaya sürgün edilmişlerdir. Devlet bütçesi 394 milyon lira olan bir dönemde Varlık Vergisi’nden 315 milyon lira toplanmıştır ve bu rakamın %70’i İstanbul’dan tahsil edilmiştir. Türkiye her ne kadar bu vergilerin karaborsacılara ve vergi kaçakçılarına kesildiğini iddia etse de bu; Dünya’da çok büyük bir skandal olmuş ve tepkiler karşısında 1943’te buna son verilmiştir. 

6/7 EYLÜL1955 OLAYLARI:  

6 ve 7 Eylül olayları; Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi ile başlayan ve 2 gün İstanbul’da süren, en çok Rumları hedef almakla birlikte diğer gayrimüslimlerin de ev ve işyerlerine yönelik bir yağma hadisesidir. Devletin bizzat örgütlediği iddia edilmekte ve bunda hakikat payı da bulunmaktadır.

4 Madde halinde verdiğimiz temel hususlardan “Varlık Vergisi” ile “6 ve 7 Eylül Olayları” Türkiye’nin bir ayıbıdır ve sırtındaki kara birer lekedir. 

AMA TÜRKİYE BUNLARLA YÜZLEŞMİŞTİR, KABUL ETMİŞTİR ve TAZMİNAT ÖDEMİŞTİR. 

1964 SÜRGÜNLERİ:  

Türkiye’nin “kabul” ettiği ve “tazmin” de ettiği bu iki “kara leke” dışındaki ve sürekli isnat edilmeye başlanılan baş ağrıları arasında, bir de “1964 Sürgünleri” vardır. Ve geçtiğimiz hafta ortaya çıkan, bunların hayatta olanları ile ikinci kuşaklarına yönelik “120 bin vatandaşlık” talebi yeni bir krizin başlangıcı gibi görünmektedir.  

Lozan’dan ve Mübadele’den sonra Türkiye ile Yunanistan’ın arası 1925 yılında Patrik “Konstantin Araboğlu” vakası ile açılır ve ilişkiler 1930’a kadar kötü bir seyir izler. 1930’a Atatürk ile Venizelos arasındaki oluşan dostluk sonucunda imzalanan “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması” ile buzlar çözülür ve ilişkiler normalleşir. Bu anlaşma mucibince; karşılıklı ikamet ve ticaret artar. Bu anlaşmadan nemalanan Yunan/Rum tarafıdır. Zira Türkiye’den Yunanistan’a doğru istatistiklere girecek mahiyette bir ticaret/yerleşim akış olmamıştır.

İstanbul ağırlıklı olarak ikamet eden Yunan/Rumların sayısı bu süreçte hızla artar. Yeni gelenlerin buradaki Rumlarla oluşan evlilik bağları neticesinde; ailelerde farklı vatandaşlık durumu ortaya çıkar. Bir kısım fertleri Yunan, bir kısım fertleri Türk vatandaşı olan ailelerin sayısı binlerle ifade edilir.

1964’te “Kıbrıs Olayları” baş gösterdiğinde “16 Mart”ta “İsmet İnönü” tarafından alınan bir kararla; Türkiye’de yerleşik “Yunanistan Vatandaşları”nın 6 ay içinde ülkelerine dönmelerini öngören bir yasa çıkartır ve 6 ayı beklemeden yürürlüğe sokulur. Zira ortada; bu iki ülke arasında oluşan “savaş hali” vardır.

Dünya’nın her ülkesi; ikamet tezkeresi (oturma müsaadesi) ya da vize ile topraklarında bulunan kimselerin ülkesini terk etmesini isteyebilir ve bu Uluslararası anlaşmalarla kabul edilmiş bir durumdur. Resmi istatistiklerde “12.832” kişi görünmekle birlikte, bu sayı aile bağları dolayısı ile doğan zaruri göç edenlerden kaynaklanarak “30 Bin” dolayındadır.

1964 Sürgünleri” yakın süreçte devamlı olarak Türkiye’nin başına kakılmaya başlanan bir hal almış durumdadır. Türkiye 1964’te kendi vatandaşlarına “gidin” demedi. Gidenler kendi rızaları ile ya da mecburi aile bağları nedeniyle gittiler. Son birkaç sene içinde bırakalım 1964’ü artık “Lozan”dan ötürü ve mutabakatla yapılan “zorunlu göç” de artık Türkiye’nin sırtına kara leke olarak eklenmek istemektedir.

Yukarıda yazdığımız "Hollanda" örneği gibi, Fener Rum Patrikhanesi’nin arkasına aldığı ABD ve AB ülkelerinin desteği ile artık sadece Yunanistan’ın baş aktör olmadığı bir süreç içinde, sürekli Türkiye’ye saldırılmaktadır.

Büyükada Yetimhanesi’nin tapusunun Patrikhane’ye tescil edilmesi, 2010 sonlarında 14 Yunanlı papaza Türk vatandaşlığı verilmesi ve bu sayının arttırılmasına çalışılması ki 11 kişi için şu anda yürüyen işlemler bulunmaktadır. Yeni listelerle papaz sayısı daha da çok arttırılmak da istenmektedir/istenecektir, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması talebi ve Patrikhane’ye “Ekümenik” statüsünün verilmesi ise son büyük taleptir.  

İstanbul’da bulunan “2 bin” dolayındaki "Rum Cemaati" için 100 kişiye varan papaz ve metropolit kadrosunun kişi başına bölünmesiyle ”dini ihtiyaç” adına çok fazla bir rakam ortaya çıkmaktadır. Yazılarımızda ve televizyon programlarımızda çok sık dile getirdiğimiz üzere; bu bir “dini ihtiyaç” değildir. “Megali idea”ya göre “Ekümenik” statüsünün peşinde koşan Rum Patrikhanesi’nin maiyetini Ekümenik Patrikhane’ye “yaraşır” bir kadroya dönüştürmek gayretidir.

Ve geçtiğimiz 11 Mart günü ikindi haberlerinde “Habertürk Televizyonu”nda bir zamandır, Türkiye üzerinde “Yunancılık” faaliyetlerinde  bulunan bir kişi beyanat verdi.  

Çok sempatik bir sunuşla ve “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu Başkanı” sıfatıyla çok önemli açıklamalar yaptı. Bu kişi; 1951 İstanbul doğumlu, Atina Teknik Üniversitesi’nde Profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu”ydu.

Bugüne değin Patrikhane ve Rumlarla ilgili tüm haberler ve gelişmeler ile kendileri açısından çok büyük edinimler sayılabilecek hususlar hep “hoşgörü” çerçevesinde ve basit bir hadise gibi medyamızda yer aldı. Kendilerine “entelektüel” tanımlaması yapan çevreler de bu edinimlere hep ”alkış” tuttu. Yazımızda değindiğimiz gibi yüzleşilen ve gerçekten Türkiye için birer ”kara leke” diye tanımlananlar dışında; uluslararası anlaşmalarla ya da 1964 örneğinde olduğu gibi uluslar arası yasalarla “hak” olan uygulamalar için de Türkiye suçlanmaktadır.

Sıra işgale mi geldi ne? Çünkü bunu da yine çok “sempatik” olarak şöyle sundular: İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor”...

Vatandaşlık isteyenler, İstanbullu yani burada yerleşik olanlar değildir. Bunlar uluslar arası yasalarla gidenler ya da onların ikinci kuşaklarıdır.

Şimdi Rum Patriği’nin, Anadolu’daki yerinde iki tane “taş” ya da “duvar” kalmış kiliselerde her sene neden ayinler yaptığını anladınız mı? Şimdi neden yüzlerce papaz istiyorlar anladınız mı?  

Şimdi bu adamlar gelecekler ve Anadolu’daki dedeye nineye “Bu ev benin dedemindi” diyerek davalar açacaklar. Karşımıza binlerle ifade edilen mülkiyet davaları çıkacak.  
 
Bu iş; “Ne güzel Yunanlı kardeşlerimiz gelsinler” değil.  

Bu iş; “sirtaki ve pilaki” işi hiç değil.

İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” da doğru bir tercüme de değil. Bunlar her zaman yaptıkları gibi Yunancadan Türkçeye “Konstantinopolis”i “İstanbul” olarak tercüme ederler. Türk alfabesiyle "Konstantinopolis" yazılamaz mı? Ama onlara göre burası “İstanbul” değil ki tabi ki yazmazlar. Bu federasyonun orijinal adı; “İkumeniki Omospondia Konstantinupolition”dur. Tercümesi ise; “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’dur.

Nikolaos Uzunoğlu; 13 Eylül 2008’de “Atina Classical Akropol Otel”de “Septemvriana 6/7-9-1955” adı altında Türkiye’yi yerden yere vurmuştur.  

Nikolaos Uzunoğlu28 Haziran 2010’da “Yunanistan Kapadokya Dernekleri Birliği” ve “Konaklı Belediyesi” ile müştereken Ürgüp’te yapılan bir sempozyumda konuşmacı olmuş ve oradaki insanların gözünü “sirtaki” “pilaki” ve “buraya turist akacak, para yağacak” ile boyamış olan kişidir.

Konaklı Belediye Başkanı Ferudun Bilge, Ürgüp Belediye Başkanı Fahri Yıldız, Mustafa Paşa Belediye Başkanı Levent Ak’ın da katıldığı bu sempozyumu Selanik Üniversitesinde Profesör olan “Nikolaos İncesiloğlu” başkanlık etti ve Fener Rum Patriği’ne plaket verildi.  

Nikolaos Uzunoğlu; geçtiğimiz hafta “İmroz ve Bozcaada” dernekleri temsilcileri ile bir toplantı yaptı. Stratejilerini belirliyorlar bakınız 16 Mart’ta ne var?  

Nikolaos Uzunoğlu’nun üst düzey 4 yöneticimizle -kendine göre- çok tatminkâr görüşmeler yaptığı ve mutlu olduğu da Yunanistan kaynaklarında var.

Çok dikkatli olunmalıdır. Kapadokya, Ege, Marmara ve Karadeniz’de durmak bilmeyen bir Yunan sirkülâsyonu var. Durmuyorlar, bizden sürekli tavizler alıyorlar ve adımlarını artık sıklaştırıyorlar.  

Dışişleri Bakanımız “Ahmet Davutoğlu” geçtiğimiz hafta bir “Batı Trakya” gezisi yaptı. Oradaki Türklere “Müslüman Türkler” diye hitap etti ve “Seçilmiş Müftüler” ile görüştü diye “Yunan Medyası” onu “provokatör” olarak ilan etti. Davutoğlu orada ne demeliydi? Oradaki azınlığa Yunanistan’ın dediği gibi “Müslüman Helenler” mi demeliydi ya da seçilmiş olanla değil de Yunan’ın seçilmişi kabul etmeyerek kendi atadığı ”kukla” müftüyle mi görüşseydi.

Yunanistan Hükümet Sözcüsü “Yorgos Petalotis”, “Batı Trakya'daki Yunanlı Müslümanların davetsiz avukatlara ve savunuculara ihtiyacı yoktur” dedi. Bizim hükümet ve devlet mensuplarımız Türk vatandaşı Rumlar için böyle bir ifade kullanır mı, kullanabilir mi?

Yunan Medyası resmen ayağa kalktı ve Davutoğlu hakkında yazmadığı kalmadı ama bizde her Patrikhanece ya da Yunanlılarca her yapılan ya da kazanılan; inanılmaz ölçüde “sempatize” edilerek sunuluyor.

Davutoğlu’nun gezi programı çerçevesinde görüştüğü bir belediye başkanı “bir cami yapımına yardımcı olabileceğini” söylemiş. Hadi bir hayırsever bulunsun ya da bir fon yaratılsın bakalım “yardımcı olabileceğini” söyleyen belediye başkanı ortada bulunabilir mi?

Yahu bizi kim böyle efsunladı da “mütekabiliyet” falan aklımıza gelmiyor? Burada zor durumda olan, ezildiğini söyleyen ama devletin bir manga korumasıyla korunan ve VIP kapılarından girip çıkan Rum Patriği’ne daha ne yapılmalıdır?

15 Ağustos’ta “Sümela Manastırı”ndaki ayin de bu “120 bin” kişilik vatandaşlık talebi gibi “sempatik” bir şekilde medyamızda sunulmuş ama sonra anlaşılmıştı ki seçilen 15 Ağustos; Fatih Sultan Mehmed’in, “Trabzon Rum İmparatorluğu”nu yıktığı günün yıldönümüydü.

10 Mart’ta “Habertürk Televizyonu”nda, "Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu" Başkanı Prof. Nikolaos Uzunoğlu’nun ağzından ortaya konan “İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” rastgele bir zamanda söylenmedi.

16 Mart öncesi Yunanistan’da yapılacak etkinlikler ve Yunan Medyası dikkatle izlenmelidir. Zira 16 Mart 1964; “İsmet İnönü”nün 1930 tarihli “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı yasa ile iptal ettiği tarihtir.

“Sirtaki” ve “Pilaki” meraklılarına duyurulur.



Bu konu ile ilgili bir televizyonda yaptığımız konuşmayı alttaki linkten izleyebilirsiniz:

http://www.youtube.com