türksam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türksam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2014 Pazartesi

İSTANBUL’UN FETHİ ve HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

  1453’te İstanbul’un (Konstantinopolis) Fethi, bin küsur yıllık Doğu Roma ya da Bizans’ın bitişini ve Orta Çağ’ın kapanarak Yeni Çağ sürecinin başlamasını sağlamıştır. Bu tabi ki bu kadar basit bir cümle ile tanımlanamayacak çok önemli bir tarihi olaydır ve Orta Çağ’ın bitişi, fethi başaran Sultan 2. Mehmet’in adını tarihe “Fatih” lakabı ile yazılmasını sağlamasının yanı sıra Hıristiyanlık Tarihi’nin seyrini de değiştirmiştir.

1204 yılında Konstantinopolis’i ilk kez ele geçiren Haçlı Ordusu’nun başarısı için şehrin 1453’teki ele geçirilişi kadar büyük bir anlam ve önem yüklenmez. Zira Konstantinopolis’in ele geçirilişinden ve ele geçiriliş şeklinden çok, Batı’nın gözünde Hıristiyanlık üzerindeki etkisi önem arz eder.

Papa 3. Innocentius’un, evvelâ Mısır’ı ele geçirmek sonra Kudüs’ü kurtarmayı amaçlayan 4. Haçlı Seferi (1200-1204) plânları; başta Venedik Dükü Enrico Dandolo olmak üzere bu seferleri iman için değil de para için destekleyen soyluların, gözlerini ihtişam içindeki Konstantinopolis’e çevirmesi üzerine bozuldu ve 1204’te ele geçirilerek “Konstantinopolis Latin İmparatorluğu” kuruldu. İstanbul’dan kaçan hanedan mensupları; İznik, Trabzon ve Epir’de Bizans devletleri kurdular.

Bunlardan “Trabzon Rum İmparatorluğu”nu 15 Ağustos 1461’de yıkmak yine Konstantinopolis gibi Fatih Sultan Mehmet’e nasip oldu. Batı Trakya bölgesinde ise “Epir Despotluğu” kuruldu ve İznik’e kaçan Bizans Hanedanı’nın en önemli kolu da en güçlü oldukları bölgede “İznik Rum İmparatorluğu” adı altında bir devlet kurdular.

Tarihsel akışa baktığımızda Epir çok önemli bir devletçik değildi ama Trabzon 1461’e kadar sürmüş ve Fatih Sultan Mehmet’in seferi olmasaydı, bölgede yıkmaya çalışacak bir başka gücün olmadığı büyük bir devletti. İznik ise yukarıda belirttiğimiz gibi en güçlü olunan bölgeydi ama İznik’teki oluşum sadece 57 yıl sürdü ve Haçlıların İstanbul’dan taş taş üstüne bırakmadan, tüm servetleri alarak ve kendiliklerinden terk etmesinden sonra tekrar İstanbul’a dönüldü. Tabi bu arada Katolikler taş taş üstünde bırakmadıkları Konstantinopolis’te bulunan Hıristiyanlığın ne kadar dini mirası ve kutsal objeleri varsa hepsini Papalığa götürdüler ki bunlar halen Vatikan’dadır…

Burada kısa bir tali konuya da değinerek İznik/ Mudanya/Tirilye’nin Bizans ve Hıristiyanlık Tarihi için önemini ve son günlerde Rum Patrikhanesi’nin yeni Bursa Metropoliti’nin Mudanya/Tirilye’den kilise satın alarak başlattığı hareketin önemini vurgulamak ve buna saf saf hoşgörü çerçevesinde bakılamayacağına dikkat çekmek istiyoruz.

Şöyle bir analiz yapılabilir: Bizans gibi güçlü bir yapılanma İstanbul’da Haçlılara dayanamadı ama bu süreçte, İznik; Trabzon ve Epir gibi 3 devlet çıkardı ki bunlardan Trabzon gerçekten çok uzun bir süre hüküm sürmüş ve tarihte yeri olan bir devletti. İznik’te ise M.S. 325’te yapılan 1. Hıristiyan Konsili gibi önemli ve manevi bir mirasın üzerinde kurulu olmak dahi güç için yeterli bir husustu.

Peki, neden bu kadar önemli bir tarihsel gelişmeler dizisi bugün Hıristiyan Dünyası’nda, İstanbul’un 1453’teki fethinden çok daha önemsiz bir düzeydedir?

Bu noktada Batı’nın ve tabi ki Batı Kilisesi’nin Türklere bakış açısının rolü büyüktür. Çünkü 1204’teki ele geçiriliş; Hıristiyan bir devlete karşı da yapılsa ve işin maddi boyutu göz ardı edilemeyecek ölçüde ise de sonuçta kendini “belirleyici” sayan zihniyetin tezahürüdür. Zira bu kez şehir (poli) Müslümanların eline geçmiştir. 1453’teki fethin önemi; askeri açıdan, Osmanlı Devleti tarafından bir coğrafyanın ele geçirilişi ve diğer birçok unsurun yanı sıra Hıristiyanlık Tarihi üzerindeki önemi ve yaptığı etki nedeniyle 1453 Batı’nın gözünde çok daha önemli sayılır…

Ve bugün vizyona giren bir filmin, daha gösterime girmeden fragmanının bile neden Hıristiyan camialardan tepkilerle karşılandığını açıklar…

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u alarak ne/neler yaptı?

İstanbul aslında 1453’ten çok evvel Osmanlı tarafından ablukaya alınmış, Rumeli ve Anadolu hisarları ve il çevresi kuşatılmıştı. Bizans adeta bir ablukaya altındaydı ve şehrin alınması, fethedilmesi için zemin hazırdı ama şartlar 1204’te Haçlıların şehri ele geçirdiği şartlardan çok ağırdı. Çok daha büyük askeri hazırlıklar yapılması gerekmişti…

Doğu Kilisesi’nin temsil edildiği Ortodoks Patrikliği, Fetihten evvel askıya alınmıştı. İmparator; Osmanlı’ya karşı askeri yardım vaadi alarak Ortodoks Patrikliğini askıya almış ve patrikliği resmen kapatmıştı. Patrik 2. Athanasios’un (Patrikliği: 1450-1453) görevine son verilmiş ve patriklik makamı boşaltılmıştı. Fetihten kısa bir süre önce Ayasofya’da idrak edilen son Paskalya Ayini’ni ise Papalığın gönderdiği bir kardinal Katolik ritüeline göre icra etmişti.

Bu tabi ki fanatik Ortodoks çevrelerce büyük bir infiale neden olmuş ve imparatora karşı büyük bir öfke hâsıl olmuştu. Bu aslında Fener Rum Patrikhanesi’nin, “Biz yaklaşık 2000 yıldır bu topraklardayız” söyleminin de yalanlayıcısıdır. Çünkü 1204 yılında, Haçlı Orduları’nın almasından sonra 57 yıl İznik’teydiler.

Bir önemli husus da İznik’ten İstanbul’a, Bizans Hanedanı’nın ve Patrikhane’nin zahmetsizce geri dönmeleridir. Taş taş üstünde bırakmayan Haçlılar kendiliklerinden şehri terk ederek ülkelerine dönmüşlerdir. Bu da geri dönüşü tarihi ve askeri açıdan fevkalade önemsiz kılar…

Bu noktada bir tezat ve din adına nelerin yapılabileceği de gözler önüne sermek gerekiyor. Fetihten 249 yıl önce aynı dinin insanları, Papalığın emriyle şehri ele geçirmiş ve İstanbul’un Fethi ile hiçbir surette mukayese edilemeyecek bir ölçüde kıyım yapmıştır. Bu din adına bir kıyımdır. İmparatorun bu kez şehri teslim etmese de dini teslim ederek artık tek çatı altında birleşmeyi kabul etmiştir.

Aynı makam ise (Papalık) bu kez askerlerini değil de din adamlarını göndererek Ayasofya’yı ele geçirmiş, imparator Ortodoks ve Katolikliği tek çatı altında yönetme yetkisini aldığı askeri destek sözüne karşı Papalığa vermişti.
  
Bu teslimiyet başta Bizans’ta olmak üzere diğer Ortodoks ülkelerde de derin bir infial yarattı. Bizans’ta halk ikiye ayrıldı ve doğal bir tepki olarak, Ortodoks papazlar da ikiye ayrıldılar. Bunlara kısaca Patrikçiler ve İmparatorcular dendi.

Burada bu makalemizle direk bağlantılı olmamakla birlikte Çarlık Rusya’sının davranışına da kısa bir yer vermek gerekir. Çarlık Rusya’sı, bu yapılanın dine karşı bir “ihanet” olduğuna inandı. Bu inanış daha sonraki süreçte, Rusya’nın, Ortodoksların hamiliğine soyunmasına, Panslavizmin destekçisi olmasına ve sonraki asırlarda Osmanlı’nın başına çok dertler açan “Grek Projesi”ni (Project Grek) devreye sokmasına neden oldu. Bu inanış bugün Rus Kilise çevrelerinde hâlâ devam eden bir kanaattir. “Bizans; dine ihanet etmiştir”…

Son Paskalya Ayini’ni yapan kardinal hakkında aşağı yukarı şu şekilde, çok yerde sözü edilen bir söylem de vardır: “Kardinal şapkası görmektense Osmanlı kavuğu görmek evladır” Bu söylem Patrikçilerin söylemiydi ve bunu en çok destekleyenlerin başında iyi bir teolojist olan “Georgios Sholarios” gelmekteydi.

İşte bu ahval altında iken, Fatih Sultan Mehmet’in gerçekleştirdiği, Fetih sonrası durum değerlendirmelerinde, Patriklik makamının boş hatta kapalı olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine; Fatih Sultan Mehmet, derhal bir Rum Patriği seçilmesini emretti. Yapılan araştırmalarda; Ortodoks çevrelerin Georgios Sholarios'u patrik yapmak istediklerini anladı. Bunda Sholarios’un imparator karşıtı olması da büyük rol oynadı. “Havarion Kilisesi”nde yapılan bir dini mera­simle Georgios Sholarios Patrik oldu ve “2.Gennadios” dini adını aldı.

Burada bir başka ve önemli nokta ise şudur: 2.Gennadios, dini kanunlar (kanon) gereği Sen Sinod üyeleri tarafından değil de Müslüman bir Padişah tarafından tayinle seçilmiştir.
  
Şunu vurgulamak gerekiyor: “İstanbul’un Fethi olmasaydı bugün belki ya da muhtemelen Katolik ve Ortodoksluk adı altında iki ayrı mezhep olmayacaktı.”

İstanbul’un Fethi; Orta Çağ’ın sonu ve Yeni Çağ’ın başlangıcı olmaktan öte olarak Hıristiyanlık Tarihi’ni de fevkalade etkilemiştir. Hatta Hıristiyanlığın bugünkü durumunu sağlayan çok önemli bir hadisedir demek abartı olmaz.

Fatih Sultan Mehmet, sadece İstanbul’u almamıştır… Hıristiyanlık Tarihi’ni de değiştirmiştir…

6 Aralık 2010 Pazartesi

ÜÇ AYA SOFYA ve YUNAN MEGALO İDEA'SI


Ülkemiz son günlerde, evvela İsrail’in uluslararası sularda yaptığı saldırı ve sonra da bölücü terör örgütünün eylemleri ile çok yoğun bir gündem altında yaşamaktadır. Bu gelişmeler süregelirken medyada çok satır arası bir haber çıktı. 15 Ağustos 2010’da, Trabzon Sümela Manastırı’nda bir ayin için verilen izinle ilgili olan bu haber şu başlıkla verildi: “Sümela'da ayinin şartları belirlendi.”[1] 

Haberin devamı ise şöyleydi: “Trabzon'un Maçka İlçesi sınırlarında bulunan Sümela Manastırı'nda 15 Ağustos'ta yapılacak ayine, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kısıtlama getirildi. Manastırda düzenlenecek “dini içerikli etkinliğin”, ziyaretçi sirkülâsyonuna engel olmaması, sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla dış avlu kısmında, Valilikçe belirlenecek saatlerde yapılması istendi.”

Hümanist bir bakışla şu denebilir: “Ne güzel bak ülkemizde her dine son derece saygı ve hoşgörü var ve bu bağlamda insanlara istediği yerde ibadet yapma izni veriliyor.

Bunu iyi niyetle diyen ve hakikaten iyi niyet besleyenlerimiz çoktur. Ancak gerçek bu değildir ve adım adım ilerleyen Yunan/Rum “Megali İdea”sı amaçlarınca uygun bir talebe, Devlet organları hümanist bir yaklaşımla izin vermiştir. Aslında, Anadolu’nun birçok yerindeki metruk kiliselerde belli zamanlarda ayinler yapılmakta ve başta Rum Patriği Bartholomeos olmak üzere burada Yunan/Rum din adamları gövde gösterisi yapmaktadır. Ne yazık ki bu ilçelerin, beldelerin başta belediye başkanları olmak üzere yerel mülki erkân da yardımcı olmakta, hatta yanlarında yer alarak bu gövde gösterisine katkıda bulunmaktadırlar. Bu yardımlar turist gelecek ve para kazanılacak adı altında çok yandaş bulmaktadır.

Bu adamlar hiçbir şeyi plansız ve programsız yapmazlar.” Bu deyişi birçok yazıda farklı söylemlerle ifade etmişizdir. Bu makale; “Üç Aya Sofya” gerçeği ve bunun “Megali İdea”daki yeri hakkındadır. Makale okunduğunda, bu metruk alanlarda yapılan ayinlerin “Din ve İman Adına” değil de “İdeolojik” etkinlikler olduğu ve bir planın parçalarının yavaş yavaş yerine getirilmesi olduğu görülecektir.

Komplo teorileri mi üretiliyor? Kesinlikle olmadığına inanabilirsiniz. Türkiye, o kadar ince ayrıntı ve ileriye dönük yatırımlarla karşı karşıya ki… Rum Patrikhanesi’nin, tabi Yunan Hükümeti’nin de Türkiye üzerindeki emelleri çok büyüktür. Komşuluk dostluk sözleri ise sadece söylemseldir. Eylemdeki her nokta, her adım çok büyük titizlikle ve hiçbir ayrıntı göz ardı edilmeksizin değerlendirilmektedir.

Bu arada, yasalarımıza aykırı olan bir husus hakkında gelişmeler var. Yasalarımıza göre; yabancı uyrukluların Sen Sinod üyesi olamayacaklarına karşı bir çözüm getirilmek üzeredir. On iki kişi olan, Rum Patrikhanesi Sen Sinod Meclisi’nin altı üyesi uzun bir zamandır T.C. vatandaşı olmayan kişilerden oluşmaktadır. Ben bu yasadışı yaptırım için 2007 yılında dava açtım. Suç duyurumun ret edilmesi üzerine, bir üst mahkeme olarak Ağır Ceza Mahkemesi’ne gittim. Buradan da ret çıkınca usul gereği numara numara üste çıkarak dosyamı tüm Ağır Ceza Mahkemeleri’nde devam ettirdim. Maalesef bu çabamdan bir sonuç alamadım. Benden sonra eski bir belediye başkanı da aynı şekilde dava açtı ama onun davası da akamete uğradı.

Bu süreçte konuştuğum tüm yetkililer bunun yasalara uygun olmadığını ifade ettiler. Ayrıca birçok Hükümet mensubu da süreçte, bunun doğru olmadığı şeklinde beyanlarda bulundular. Ama adamlar geri adım atmadı ve bildiğini okudu. Altı yabancı üyenin görevine ısrarla son vermediler. Süresi dolanların yerine yine yabancı papazlara görev verdiler. Şimdi bu yasa dışılığa, bu adamları Türk Vatandaşı yaparak son verilecektir. Bu yabancılar Türk Vatandaşlığını aldıkları anda yasal statü sağlanacaktır. Nerede kaldı Batı Trakya’daki soydaşlarımızın hakları? Nerede kaldı seçilmiş Müftülerin hakları? Nerede kaldı mütekabiliyet esası?

Bu işin sonu aslında hiç de iyi değildir. Çünkü bu şekilde, ileride yabancı uyruklu bir metropolitin Rum Patriği olmasının yolu açılacaktır. Buna çok dikkat edilmelidir.

İki noktaya daha dikkat çekmek gereklidir. Dünya’da hiçbir ülkenin anayasasında, (Yunanistan hariç) bir komşu ülke için ilgili madde yoktur.  

Yunanistan bugünkü bildiğimiz coğrafyasında tesadüfen kurulmuş bir ülkedir. Yunanistan; bir AB üyesi olmasına karşın kökten dinci bir ülkedir. Megali İdea’ya göre merkezi İstanbul olan “Büyük Yunanistan”ı kurmak iken bu amaç gerçekleşememiş ve 1814 Filiki Eterya ile başlayıp 1821’de –Yunanlılara göre- hüsranla biten maceradan sonra gelişen bir takım olaylar sonucunda kurulmuş bir ülkedir.

Yunanistan Anayasası’nda belki de başka bir ülkede örneği bulunmayan maddeler bulunur. Bunlardan 3. madde özetle şöyledir: “Yunanistan’ın resmi dini Ortodoksluktur, dinin başı Konstantinopolis’tedir (İstanbul)”

Hakikaten başka hiçbir ülkenin anayasasında böyle bir komşu ülkeyle ilgili madde yoktur ve bu madde hem “bölücülük” hem yayılmacılık içermektedir. Megali İdea’nın söylemlerinin en önemlisi olan, İstanbul’un bir gün mutlaka Helen olacağına işaret olarak, İstanbul için Yunan Anayasası’nda “Konstantinopolis” denmiştir.

Poli” Yunancada “Şehir” anlamındadır. Ama bugün Yunanistan’da “Poli” sadece İstanbul anlamını taşır. Bir kişi “Poli” dediğinde birincil anlam İstanbul’dur. Megali İdea ve Üç Aya Sofya bağlantısına değinmeden son bir noktaya da işaret etmek lazım. Önceki cümlelerde, hiçbir adımın, girişimin boşa yapılmadığına değinirken, ülkemizde maalesef gerçekler ya da yapılanlar bilindiği halde bazı noktaların tam olarak ne anlam ifade ettiği anlaşılamıyor.  Bunlardan bir sentez çıkarılamıyor.

Turist gelecek diye sevinen beldelerimizden birisi olan Ayvalık’taki Ali Bey (Cunda) Adası’nda her sene yapılan “masum” ayinler, aslında masum olmayan etkinliklerdendir. Cunda Adası’nda tarihte Anadolu’da kurulan ilk “Ruhban Okulu”nun kalıntısı vardır. Burası Yunanlılar/Rumlar için çok önemli bir simgedir. Heybeliada Ruhban Okulu’nun daha ortada olmadığı bir tarih diliminde Papaz İkonomos’un, Sarayı kandırarak burada kurduğu bu okulda ilk Türk karşıtı militan papazlar yetiştirilmiştir. Patrik Bartholomeos, aslında (kendi açılarından) çok iyi sürdürdüğü görevinde, Cunda Adası’na da fevkalade önem vermiştir ve burada da bilinen ayinlerini tertiplemeye başlamıştır.

Çok mu komplo teorisi var, senede bir gün ve son derece insani bir ayine izin veriliyor ne var bunda? Bunlar hep birbirine bağlı hususlar ve sentezi de aynı şekilde yapılmalıdır. Patrikhane’nin Sen Sinod Meclisi’nde, Cunda Adası Metropolitliği de var. Denebilir ki, Anadolu’da üzerinde Rumluğun eseri kalmamış yerlerin adına metropolitler zaten var ve bu da onlardan biri…

Aslında hiçbir metropolitlik adı tesadüfen ve öylesine konmamıştır. Hepsinde bir anlam ve ileriye yönelik niyet bulunmaktadır. Hepsinde de bu yerlerin günümüzdeki adları değil eski Bizans adları kullanılmaktadır. Bu bağlamda; Cunda Adası Metropoliti olan metropolit aynı anda, Heybeliada Ruhban Okulu’ndan da sorumlu metropolittir ve sembolik makam odası da Heybeliada Ruhban Okulu’nun içindedir. Bu bir tesadüf ise burada yazılanlar komplo teorisidir. Değilse üzerinde çok dikkat edilmesi gereken bir husustur.



ÜÇ AYA SOFYA VE MEGALİ İDEA BAĞLANTISI

Megali İdea; üç kıtada düşlenen Büyük Yunanistan’ı kurma isteğidir ve en büyük istek Anadolu’nun ve Marmara’nın Helenleştirilmesidir. Megali İdea; büyük fikir, büyük ülkü anlamında olup, söylemlerinin en ön plana çıkanı: “Bir gün Üç Aya Sofya’da tekrar ayin başlarsa, Megali İdea gerçekleşecektir” şeklindedir.

Birinci Aya Sofya: MS. 325 yılında İznik’te 1. Hıristiyanlık Konsili yapıldı. Bu konsilde; bu gün Hıristiyanlığın en önemli kararları alındı. Bunların en önemlisi, “Baba, Oğul, Kutsal Ruh” kavramının kabulü oldu. Bugün Hıristiyanlığın en önemli amentüsü o konsilde alınan bu karardır. 1. Aya Sofya İznik’tedir. Şimdi bu konuyu takip edenler ya da arşivleri hatırlayanlar, geçmişte burada Rum Patrikhanesi tarafından birçok ayin yapıldığını anımsayacaklardır. 1. Aya Sofya’da, Bizans sonrası ayin yapılmıştır.

İkinci Aya Sofya: Sümela Manastırı’nın Hıristiyan Dünyası’ndaki bir adı da “Virgin Mary Monastery”dir. (Bakire Meryem Manastırı) Bu manastırın, MS.375’ten sonra inşa edilmeye başlandığı bilinmektedir. Bir manastır ya da külliye şeklinde inşa edilen Hıristiyan dini yapıları, içerisinde birden fazla kilise içerebilir. Bunlar büyük kilise ya da kilisecik (pareklis) olarak yapılmışlardır. Kilise ya da kiliseciklerin hepsi ayrı bir aziz ya da azize adına kutsanırlar. Bu işlem; dini mekânın inşasından sonra yapılan ilk dini törende icra edilir ve o törende kiliseye seçilen aziz ya da azizenin adı verilir. Bu açıklama; Sümela’nın içinde de bir Aya Sofya Kilisesi bulunduğunu ve bunun Sümela adı ile bir kavram kargaşası yaratmadığını vurgulamak adına yapıldı. Bu arada bir ayrıntıyı da atlamamak gereklidir. Trabzon’da günümüzde Aya Sofya Müzesi olarak bilinen başka bir kilise daha vardır. Bu Aya Sofya daha sonraki bir tarihte bölgede egemen olan Komnenos Hanedanı’ndan birinin, İstanbul’daki Aya Sofya’ya rakip olarak yaptırdığı bir kilisedir. Bir coğrafi alanda aynı adı taşıyan birden fazla kiliseler daima olmuştur.

Şimdi, 15 Ağustos’ta Kültür Bakanlığı’nın verdiği izinle tekrar Sümela’da ayin yapılacaktır. Bu iznin kısmi olarak verilmesini iyimser bir bakışla görmek gerekir. Örneğin Efes ve Ayvalık’taki gövde gösterileri örnek alınarak, 15 Ağustos’ta, Sümela için verilen ayin yapma izninin daha temkinli verilmiş olması mümkündür. Yunan Megali İdea’sının “Üç Aya Sofya’da tekrar ayinleri başlatmak” doktrini göz ardı edilmemeli ve zaman zaman ayine açılan bu iki tarihi mekânda, Rum Patrikhanesi tarafından organize edilen ayinler dikkatle izlenmelidir.

Üçüncü Aya Sofya: Bu bildiğimiz, İstanbul’daki Aya Sofya’dır. Burası; MS. 532-537 yılları arasında inşa edilmiştir. Tarihlere bakıldığında tabi ki tarihi değerlilik olarak İznik daha üsttedir. Ancak burası Bizans İmparatorluğu’nun ana kilisesi olarak yüzyıllarca hizmet vermiştir. Tüm Dünya’daki Hıristiyanlar için de büyük önemi vardır. Artık sıra İstanbul’daki Aya Sofya’ya gelmiştir. Burada ayin yapabilmenin koşulları oluşturulmaya çalışılmakta, bunun nasıl bir sempatik sunuşla ortaya konulması düşünülmektedir. Biraz tarihe doğru geri dönersek, Aya Sofya’nın camiden, müzeye dönüştürülmesi sürecinin aslında bazı dış baskılarla da sağlandığı, nerelerden telkinler yapıldığı görülecektir. Camiden, müzeye dönmesi dahi Hıristiyanlar arasında çok fazla sevince sebep olmuştur. Bu konuda, bu dönüşüm tarihlerindeki Yunanistan gazetelerine bakmak da yeterlidir. Bir Yunan kaynağından alınmış “Minaresiz Aya Sofya” sanırım bu “masum” isteği sergilemektedir.

İstanbul’daki Aya Sofya ile ilgili olarak ülkemiz dışında akıl almaz çoklukta yayın, dernek, sivil toplum örgütü ile çok sayıda web sitesi bulunmaktadır. “İdea”nın bu fotoğrafta görüldüğü gibi “minaresiz” bir Aya Sofya’ya tekrar kavuşmak olduğunu bilmemiz gereklidir. Bunu bir komplo teorisi olarak görmemeli ve tehlikeye karşı temkinli hazırlıklı olmalıyız.

Sıra artık 3. Aya Sofya’dadır.




RUSLAR RUM PATRİĞİ BARTHOLOMEOS’A MOSKOVA ZİYARETİNDE GERÇEK GÜCÜN NE OLDUĞUNU GÖSTERDİ


Geçtiğimiz günlerin en büyük olayı şüphesiz Filistin’e giden gemilerdi. Daha sonra İran’la ilgili olarak yapılan nükleer oylama gündemdeki bir başka önemli konuydu. İçinde bulunduğumuz jeopolitik durum söz konusu olduğunda elbette ki en sıcak gelişmelerin gündem başı olması da olağandır. Tabi bu arada yurt içinde sürekli derinden sarsıldığımız terör kurbanlarımız için ağlıyoruz.

Ülkemiz için son derece önemli bir konu, bu yoğun gündem arasında çok az yer aldı. Rum Patriği Bartholomeos ve beraberindeki bir grup din adamı ve kişiler Moskova’ya gittiler. Haber niteliği dışında hiç yorumlanmayan bu ziyaret aslında bizim için de fevkalade önemliydi. Ziyaretin, Türkiye’nin önüne sıkça getirilen, Fener Rum Patrikhanesi’nin “Ekümeniklik” talebi ile ilgili olarak göz önüne alınması ve bu doğrultuda irdelenmesi gereklidir.

Ülkemizde konuyla en alakasız olanlar da Ekümeniklik, Heybeliada Ruhban Okulu ve son birkaç yılda gündeme gelen Büyükada Yetimhanesi ile ilgili birkaç şey bilirler. Bunlardan Yetimhane bana göre en son sırada yer alır ve bir hukuk sürecidir. Yetimhane kadar masum olmasa da Heybeliada Ruhban Okulu için de hukuksal ama daha çok idari bir konu olduğunu, Türkiye’nin bu okulun açılmasına engel olmadığını, ancak bir hukuk devleti olan ülkemizdeki, başta Anayasa ve birçok kanun ve tabi ki yönetmeliklerle bağdaşmayan Patrikhane isteklerinin kabul edilmesinin mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Ekümenizm ise Türkiye için felaketle sonuçlanabilecek sorunlar yaratabilir ve bu hususta çok dikkatli olunmalıdır. Bu üç başlıktan başka, bir de sessiz sedasız yürüyen bir başka nokta ise yabancı uyruklu din adamlarına verilmek istenen Türk Vatandaşlığı konusudur. Rum Patrikhanesi; sadece bu birkaç konu başlığı ile sınırlı olmayıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde baş ağrıtan ve ağrıtmaya devam edecek bir sorunlar yumağıdır.

Tüm Dünya Ortodokslarının liderliğine soyunan, kendini “Evrensel Patrik” saydırmaya çalışan, ancak sayıları bin kişiden biraz fazla kalmış bir “Cemaat Başpapazı” olmaktan öte olmayan patrik; bu konudaki en önemli desteğini şüphesiz Amerika’dan almaktadır. Bu destek; salt ABD ile sınırlı olmayıp tüm AB ülkeleri de patriğe destek olmaktadırlar. Başta ABD olmak üzere Katolik ve Protestan ülkelerin, Ortodoks Rum Patriği’ne neden destek verdikleri önemle sorgulanmalıdır.

Dünya’daki en büyük Ortodoks nüfus Rusya’dadır. Bu nokta, Rusya’nın değişimden önceki pozisyonuna, SSCB dönemi göz önüne alınarak bakıldığında, Ortodoksların yarıdan fazlasının bu coğrafyada bulunduğu görülür. Dünya üzerindeki kendine direk bağlı olan Yunan/Rum nüfusun Ortodokslardaki payı yüzde beşten fazla olmayan Fener Rum Patrikhanesi’nin evrensellik iddiaları dini açıdan mümkün değildir.(1) Patrikhane bu konuda siyasi olarak çok büyük destek görmektedir.

ABD’nin ve AB ülkelerinin desteği elbette ki tek bir sebepten değildir. Bu çok yönlü bir denklemdir. Bu denklemin çok somut, çok belirgin olan bir yönü vardır. Bu; başta ABD olma üzere diğer ülkelerin Rusya’ya karşı olan tavrıdır. Her ne kadar ABD, şu anda Dünya’daki en büyük güç olarak görünse dahi Rusya’nın gücü de tartışılamaz. Bu güçlü ülke komünist dönemde dahi kilisenin gücünü muhafaza etmesini sağlamıştır. Hatta bunun fevkalade farkındadır demek de mümkündür. Dünya’daki en büyük güçlerden biri olan Rusya’nın topraklarında, en yaygın din ya da mezhep Ortodoksluktur ve Dünya Ortodokslarının yarısı bu ülkenin vatandaşıdır. O halde kısaca şunu demek mümkündür: “Rusya güçlüdür ve Rusya’da kilise de çok güçlüdür.”

Fener Rum Patrikhanesi’nin “Biz Ekümeniğiz” söylemleri Rus Kilisesi’nden destek görmez. Bazen oluşan ilişkileri, ziyaretleri hatta dinsel toplantıları bu nedenle çok iyi incelemek ve satır aralarını okumak şarttır. Rusya’nın, Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı olan tutumu; İstanbul’un Fethi’nden de önceye dayanır. Bizans, Rusya’nın gözünde Ortodoksluğa ihanet etmiştir. Tek başına Dünya Ortodokslarını temsil edemez ve bu bağlamda “Evrensel” değildir.

Rusya dışındaki Ortodoks ülkelerin yöneticilerinin İstanbul ziyaretlerinde Patrikhane ziyaretleri ve Patriğin hürmet gösterileri basınımızda çok yer alır. Bu aslında sadece Ortodokslarla sınırlı kalmaz. Katolik ve Protestan çok sayıda devlet adamının da bu “Hürmet” sunma yarışında olduğu da basından gözlemlenir.

İşte bu bağlamda; Putin’in birkaç yıl evvel Türkiye’ye yaptığı ziyaret programında Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etmemesi ve nedenleri çok önemli bir husustur. Rusya; Fener Rum Patrikhanesi ile ilişkiye girmez. Temmuz 2009’da yeni Rus Patriği Kiril’in, İstanbul’da yapılan Ortodoks Birliği Toplantısı’na katılması üzerine Rus Patriği’nin Fener’in Ekümenikliğini tanıdığı şeklinde spekülasyonlar yapıldı. Bu tabi ki kesinlikle doğru bir tespit değildi. Tüm Ortodoksların yöneticilerinin bulunduğu bir toplantı sebebiyle ve yeni seçildiğinden bu yana henüz görmediği başka patriklerin olduğu bir ortamda, Dünya Ortodoks nüfusunun yarısının dini liderinin bulunmasına başka bir anlam yüklemek yanlıştı. Aynı bağlamda ise Rus Patriği’nin bu toplantıda bulunmaması da büyük yanlış olurdu.

Mayıs sonunda Moskova’da tüm Ortodoksların katıldığı bir konsül yapıldı. Bu konsül; bu gün Rusya ve diğer Slav ülkelerinde kullanılan alfabeyi ortaya çıkaran Kiril ve Metodi kardeşlerin de anıldığı güne denk getirildi. Bu alfabenin bir başka yönden de büyük önemi vardır. Panslavizm’in en büyük argümanı “Kiril Alfabesi”dir. Panslavizm’in, tarihsel süreçteki en büyük destekçisi ise sadece Rusya olmuştur. Bulgarların, Osmanlı karşıtı isyanının başlıca kaynağı; Rusya desteğindeki Panslavizm ile birlikte sağlanmıştır.

İşte şimdi bu güçlü kilise ve arkasındaki güçlü devlet tüm Ortodoksları kapsayan büyük bir organizasyonla Moskova’da gövde gösterisi yaptı. Heyetlerin daha alana inmelerinden başlayarak çok büyük bir karşılama oldu. Fener Rum Patriği ve beraberindeki heyet ise daha da görkemli karşılandılar. Bunu birileri Fener Rum Patriği’ne yapılan çok büyük “hürmet” olarak algıladılar. Hürmet elbette ki vardı ama esas olan orada büyük bir “Güç Gösterisi” yapıldığı idi. Bartholomeos, bu güç gösterisi altında gerçekten ezildi. Ülkemizde çıkan haberlerde bu güç ya da gövde gösterisi hiç dikkate alınmadı.

Gezi; baştan sona çok “ezici” bir gövde gösterisi şeklinde gerçekleştirildi. Rusya Devlet Başkanı Medvedev de bu gösteriye katıldı ve görüşmeler oldu. Ziyaret esnasında gerçekleştirilen ancak basında yer almayan bir nokta üzerinde durmak gereklidir. Vladimir Putin; İstanbul’da ayağına gitmediği, ziyaret etmediği Barholomeos ile bir kilisede ve çok ufak bir odada baş başa görüştüler.

Rusların, tören ve gösteri işinde ve görsellik açısından ne kadar başarılı oldukları bilinir. Çarlık döneminden kalma, Dünya’nın en görkemli kiliseleri Rusya’dadır. Rus Patrikhanesi’nin de kullanımına açık olan Kraliyet Sarayı ise şatafat açısından en had safhadadır.

Barholomeos Rusya’da; Rus Kilisesi’nin ve Dünya’daki en büyük Ortodoks topluluğunun gücünü, arkasında “Devlet” olan büyük bir kilise yapılanmasını ve şurada bin kişi kalmış cemaatiyle ve Patrikhane içindeki o mütevazı kilisesi Aya Yorgi ile ne kadar “Evrensel” ve “Ekümenik” olabileceğini çok iyi bir şekilde gördü.





1-Gözde Kılıç Yaşın, dünya üzerindeki 220 milyon Ortodoks insanın sadece binde 1.3’ü üzerinde Fener Rum Patrikhanesi’nin ruhani yetkileri olduğu iddiasında bulunmaktadır. İlgili makale için bkz. Gözde Kılıç Yaşın, “Patrikhane’nin Ekümeniklik İddiası”, Cumhuriyet Strateji, S. 25

İSTANBUL’UN FETHİ’NİN HIRISTİYANLIK ve DÜNYA TARİHİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

29 Mayıs 1453, İstanbul’un Fethi. Sultan 2. Mehmet (1432-1482) bu tarihte İstanbul’u fethederek adının Osmanlı Tarihi sürecinde, belki de en önemli Padişah olarak ve adının önünde “Fatih” lakabı ile anılmasını sağladı. İstanbul’un Fethi; son yıllarda belki de anlamsız bir şekilde, başta İstanbul Belediyesi olmak üzere sadece dini ağırlığı olan çevrelerce kutlanmakta, anılmaktadır.

Fetih olayının dini çevrelerce (de) anılmasının elbette bir zararı yoktur ve olamaz. Ancak bu kutlamanın, bu çok önemli tarihin adeta yok sayılmasına; son yıllarda artan “Bizans” hayranlığı ve “Grek Severlik”  sebep olmaktadır. 1991’den bu yana daha da yoğunlaşan bir şekilde, ülkemizin aydınları, akademisyenleri, (bir kısım)medya mensuplarının “Grekofil” söylemlerini arttırdıkları ve hatta baskıcı bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, baskıcı, ezici, azınlık haklarını yok eden bir ülke konumunda olduğu şeklindeki söylemler ve yayınlar gözler önündedir.

Fetih olayının, bu güne değin daha çok Milli Görüş ağırlıklı kişi ya da oluşumlarla kutlanması, bu zikredilen çevrelerden kişilerin haksız tepkisine maruz kalmakta ve aslında çok önemli bir tarihsel sürecin esas ruhunun, öneminin yok sayılmasına neden teşkil etmektedir.

İstanbul’un Fethi; Orta Çağ’ın sonu ve yeni Çağ’ın başlangıcıdır. Bu çok önemli bir hadisedir ve sadece “Tarihsel Çağlar” sürecinde bir tespit noktası olmaktan da ötedir. Aslında “Tarih Bilimi”nin sadece bir takım olayları ve tarihleri ezberlemekten ibaret olmadığını altını çizmek gerekir. 

Bu Fetih olayı bugün entelektüel (ya da öyle geçinen) kesimin gözünde (kötü) Osmanlı’nın, zavallı Hıristiyanların toprağını, malını ve de canını aldığı, o çok anlı şanlı Bizans’ın da sonunu getirdiği bir gün olduğu için; anılmaması, kutlanmaması gereken bir gün, bir tarih midir?

Bu çalışmamızın ana noktası; işte bu girizgâhla başlayarak, aslında İstanbul’un Fethi’nin, gözler önünde tüm bilgileri, verileri olan ama nedense bundan yola çıkılarak bir analizi yapılmamış bir yönünün ele almak ve bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin elinde doğurtulması istenen “Ekümenizm” bebeğini ve bunun doğurabileceği tehlikeler üzerindedir.

Çok fazla ayrıntıya girmeden İstanbul’un Fethi’nden evvel Bizans’taki durumunu da ortaya koymak gerekir. İstanbul aslında 1453’ten çok evvel Osmanlı tarafından ablukaya alınmış, inşa edilen Rumeli ve Anadolu hisarları ve il çevresi zaten kuşatılmıştı. Bizans adeta bir ablukaya altındaydı ve şehrin alınması, fethedilmesi için zemin zaten hazırdı.

Doğu Kilisesi’nin temsil edildiği ve siyasi bir şekilde ekümenik sanının verildiği Ortodoks Patrikliği ise aslında Fetihten evvel askıya alınmıştı. İmparator; Osmanlı’ya karşı askeri yardım vaadi alarak Ortodoks Patrikliğini askıya almış ve patrikliği kapatmıştı. Patrik 2. Athanasios’un (Patrikliği: 1450-1453) görevine son verilmiş ve patriklik makamı boşaltılmıştı. Fetihten kısa bir süre önce Ayasofya’da idrak edilen son Paskalya Ayini’ni ise Papalığın gönderdiği bir kardinal Katolik ritüeline göre icra etmişti.

Bu tabi ki fanatik Ortodoks çevrelerce büyük bir infiale neden olmuş ve imparatora karşı büyük bir öfke hâsıl olmuştu. Bu aslında Fener Rum Patrikhanesi’nin, “Biz yaklaşık 2000 yıldır bu topraklardayız” söyleminin de yalanlayıcısıdır. Aslında bundan evvel de uzun bir kesinti dönemi vardır. Bu söylemin ardında;  sadece “Ekümenizm” için önemli bir argüman yaratma isteği de vardır. Kesintisizlik durumu 1204 yılında da bozulmuştur. 1204 yılında, Haçlı Orduları İstanbul’u ele geçirdi ve Bizans 57 yıl boyunca İznik’e sığındı. Ta ki Haçlılar kendi istekleriyle ve taş üstünde taş bırakmadan çekildiklerinde geri geldiler. Tabi Patrikhane de o zaman tekrar geri geldi.

Şimdi burada bir tezat ve din adına nelerin yapılabileceği de gözler önündedir. 429 yıl önce aynı dinin insanları, Papalığın emriyle şehri ele geçirmiş ve İstanbul’un Fethi ile hiçbir surette mukayese edilemeyecek bir ölçüde kıyım yapmıştır. Bu din adına bir kıyımdır. İmparatorun bu kez şehri teslim etmese de dini teslim ederek artık tek çatı altında birleşmeyi, bu kez o kıyım yapan ordudan, Osmanlı’ya karşı alacağı destek adına istemekte ve Doğu Kilisesi’ni askıya almaktadır. Aynı makam (Papalık)  bu kez askerlerini değil de din adamlarını göndererek Ayasofya’yı ele geçirmiştir. İmparator Ortodoks ve Katolikliği tek çatı altında toplama yetkisini askeri destek sözüne karşı Papalığa vermişti. 

Bu teslimiyet başta Bizans’ta olmak üzere diğer Ortodoks ülkelerde derin bir üzüntü yarattı. Bizans’ta halk ikiye ayrıldı ve doğal bir tepki olarak, Ortodoks papazlar da ikiye ayrıldılar. Bunlar kısaca Patrikçiler ve İmparatorcular olarak tanımlanabilir. 

Burada bu çalışmamızla direk bağlantılı olmamakla birlikte Rusya’nın düşüncesine de kısa bir yer vermek gerekir. Çarlık Rusyası bu yapılanın dine karşı bir “ihanet” olduğuna inandı. Bu inanma; daha sonra Rusya’nın, Ortodoksların hamiliğine soyunmasına, Panslavizmin destekçisi olmasına ve sonraki asırlarda Osmanlı’nın başına çok dertler açan Grek Projesi’ni de (Project Grek) devreye sokmasına neden oldu. Bu inanış bugün Rus Kilise çevrelerinde hala devam eden bir kanaattir. Bizans dine ihanet etmiştir.

Son Paskalya Ayini’ni yapan kardinal hakkında aşağı yukarı şu şekilde söylenen, çok yerde sözü edilen bir söylem de vardır: “Kardinal şapkası görmektense Osmanlı kavuğu görmek evladır.” Bu söylem Patrikçilerin söylemiydi ve bunu en çok destekleyenlerin başında bir iyi bir teolojist olan Georgios Sholarios gelmekteydi.

İşte bu ahval altında iken Fatih Sultan Mehmet’in gerçekleştirdiği, Fetih sonrası durum değerlendirmelerinde, Patriklik makamının boş hatta kapalı olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine; Fatih Sultan Mehmet, derhal bir Rum Patriği seçilmesini emretti. Yapılan araştırmalarda; Ortodoks çevrelerin Georgios Sholarios'u patrik yapmak istediklerini anladı. Havarion ismindeki kilisede yapılan bir dini mera­simle Georgios Sholarios Patrik oldu ve 2.Gennadios dini adını aldı. Burada bir başka ve önemli nokta ise; dini kurallarla patrik olan 2.Gennadios, dini usul gereği Sen Sinod üyeleri tarafından değil de Müslüman Padişah tarafından tayinle seçilmiştir/makama getirilmiştir.

2.Gennadios ile ilgili yazılacak çok husus tabi ki var. O kadar kritik dönemlerde dahi patriklerin çok kısa aralıklarla makamı işgal ettikleri, bugün olduğu gibi ömür boyu patrik olmadıkları, yine bugün olduğu gibi kiliseye bu kadar egemen olmadıkları bilinmektedir. 2. Gennadios da aynı şekilde; kısa aralıklarla üç kez patrik olmuştur.

Burada Fetihle ilgili bilgilere son vererek çok kısa şu tanımlamayı yapmak gerekiyor: İstanbul’un Fethi olmasaydı bugün -muhtemelen- Katolik ve Ortodoksluk adı altında iki mezhep olmayacaktı. 

O halde İstanbul’un Fethi; Orta Çağ’ın sonu ve yeni Çağ’ın başlangıcı olmaktan da öte olarak Hıristiyanlık Tarihi’ni de fevkalade etkilemiştir. Hatta Hıristiyanlığın bugünkü durumunu sağlayan çok önemli bir hadisedir. Bizim şahsi kanaatimiz ve tespitimize göre de; entelektüel çevrelerin çok sahip çıktığı -ki bu da gereken bir tepkidir- tarihte Rönesans ve Reform diye tanımlanan süreçlerden çok daha önemli bir olgudur.

Şimdi yine bir 29 Mayıs İstanbul’un Fethi geldi ve bunla ilgili kutlamalar var. Bu kutlamalar yine (sadece AKP’li) belediyenin organizasyonu olarak idrak edilecek ve yine büyük bir “Yunansever” kesim bu “onlarca” çok kötü günü yok sayacaklar ve yadsıyacaklar.

Bu ne de kötü sayılan, İstanbul’un Fethi ile Fener Rum Patrikhanesi arasında ilinti kurulacak, Ekümenizm şak şakçıları Fethin ne kadar büyük bir kötülük olacağını sergilemeye çalışacaklardır. İstanbul’un Fethi sadece AKP’li belediyece değil, tüm entelektüel, akademik ve medya çevrelerince sahiplenilmesi gereken, Dünya Tarihi’ne, Hıristiyanlık Tarihi’ne ve elbette ki de İnsanlık Tarihi’ne damgasını vurmuş bir büyük tarihsel olaydır.

Bu yazıdan hiçbir şekilde kutlamaların neden sadece AKP’li belediyece yapıldığı üzerinde bir tespit yapılmak istendiği çıkarılmamalıdır. 29 Mayıs’ın; AKP’li ve diğer tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, Milli Görüş ya da neye ne kadar inanıyorlarsa, tüm inançlı ya da inançsız her bireyin mutlaka sahip çıkması ve öğrenmesi, irdelemesi gereken çok önemli, çok büyük bir tarihi gün olarak idrak edilmelidir.