kıbrıs kilisesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kıbrıs kilisesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2013 Perşembe

KIBRIS RUM ORTODOKS KİLİSESİ ve BAŞPİSKOPOS II. HRİSOSTOMOS



Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi’nin başında bulunan, Başpiskopos II. Hrisostomos’un (Chrysostomos of Kition) Eylül ayı başında verdiği ve çok tartışılan bir beyanatı vesilesiyle Hrisostomos’un son yıllardaki çıkışlarını ve kısaca Kıbrıs’ın Hıristiyanlık Tarihi’ndeki önemini bu yazımızda ele almak istedik.  

10 Nisan 1941’de Baf’ta doğmuş fanatik bir Türk düşmanı olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Başpiskoposu II. Hrisostomos, yakın tarihte “Kanlı Papaz” olarak bilinen Makarios’tan devraldığı olumsuz din adamı geleneğini başarılı bir şekilde sürdürüyor. Eylül başında ajanslara düşen haberlere göre; Hrisostomos, Güney Kıbrıs’ın ekonomisinin “boğulduğunu” ve açlıkla karşı karşıya kalındığını görmesi halinde, halkı ayaklanmaya teşvik edeceğini söyledi. 

Bir gazeteye "Beni Susturacak Kişi Daha Doğmadı" şeklinde beyanat veren Hrisostomos, “Ağzımı kapatmak istediler ama bunu başaracak kişi daha doğmadı” dedi. Hrisostomos, ülkesindeki AKEL Partisi ve Rum Merkez Bankası Başkanı Panikos Dimitriadis ile de sorunlar yaşıyor ve her fırsatta bu kişiler aleyhine beyanatlarda bulunuyor.

Hrisostomos, Türkiye ile bilinen “Doğal Gaz Krizi” nedeniyle, Kıbrıs’a Türkiye tarafından olası bir askeri müdahale ihtimali için ise şöyle konuşuyor: “ABD yanımızda olduktan sonra hiçbir şeyden korkmayız. Yine İsrail’le işbirliği yaparsak, iyi edeceğiz. Zira İsrail düşmanlarla çevrilidir ve tek çıkış yolu Kıbrıs’tır.

Simerini Gazetesi Hrisostomos’un “Sigma Live” isimli bir internet haber portalına verdiği mülakatı 7 Eylül’de şöyle duyurdu:  “Başpiskopos, AKEL ve Merkez Bankası Başkanı’na bayrak açtı... Hedef “Hellenic”i Kapatmaktı... Dimitriadis ve AKEL ağzımı kapatmak istedi ama bunu başaracak kişi daha doğmadı... ABD ve İsrail Kıbrıs için dayanaktır... ABD yanımızdayken kimseden korkmayız.” 
      
Kıbrıs Kilisesi için ise; “Kilise yıkılmaz çünkü insan yapısı değildir. Kiliseyi Tanrı kurdu ve halen de yaşatıyor. Bizans İmparatorluğu yok oldu ancak onun kurduğu kilise burada yaşamakta ve durmaktadır.” dedi.

Kıbrıs Adası Hıristiyanlık Tarihi açısından çok önemlidir. Hıristiyanlık için, “Hıristiyanlık aslında Aziz Pavlus’un dinidir” şeklinde yaklaşan çokça teolojist bulunuyor… Bu gözlemdeki en büyük faktör; Hıristiyanlığın yayılmasının, Aziz Pavlus’un misyon yolculuklarından sonra ivme kazandığı ve özellikle Roma’nın Hıristiyanlığı serbest bırakmasındaki en büyük etkenin Aziz Pavlus olduğudur. Bu misyon güzergâhlarında ise Kıbrıs  ve Anadolu çok önemlidir. Bir Kıbrıslı olan Aziz Barnabas’ın ilk yolculuklarda Aziz Pavlus’un yanında olması ve Pavlus’a verdiği deste de Hıristiyanlık Tarihi’ndeki bir başka önemli noktadır.

Aziz Pavlus; Hıristiyanlık uğruna iman etmeden evvel vergi toplayıcısı bir Yahudi olarak Hıristiyanlara eziyet etmekteydi.

(İncil’den bu konudaki iki alıntı şöyledir: “Elçiler 8: 3- Saul ise müminleri kırıp geçiriyordu. Ev ev dolaşarak, kadın erkek demeden müminleri dışarı sürüklüyor, hapse atıyordu.” ve “Elçiler 9: 1-2- Saul ise Rab'bin öğrencilerine karşı hâlâ tehdit ve ölüm soluyordu. Başkâhine gitti, Şam'daki havralara verilmek üzere mektuplar yazmasını istedi. Orada İsa'nın yolunda yürüyen kadın erkek, kimi bulsa tutuklayıp Yeruşalim'e getirmek niyetindeydi.”)

Salamis'te doğmuş ve Aziz Pavlus gibi aslen Yahudi bir ailenin oğlu olan, Aziz Barnabas’ın da durumu Aziz Pavlus’a benzer… Barnabas, Kudüs'te eğitim gördükten sonra Kıbrıs'a dönmüş ve MS. 45 yılında o da Hıristiyanlığı yaymak için Aziz Pavlus ile birlikte çalışmaya başlamıştır.

Bu faaliyetlerden ötürü Aziz Barnabas, vatandaşları tarafından öldürülüp, cesedi bir bataklığa saklanmıştır. Barnabas'ın öğrencileri olayları izleyip, cesedi bataklıktan alarak Salamis'in batısında bir yeraltı mağarasına gömdüler.

432 yıl sonra Piskopos Anthemios, Barnabas'ın mezarını rüyasında gördüğünü söyleyerek, açılmasını sağladı. Bu keşif sonrasında Piskopos Anthemios, İstanbul'a giderek İmparator Zeno'yu bilgilendirdi ve bu suretle Kıbrıs Kilisesi’nin özerk olmasını sağladı. İmparator, mezarın bulunduğu yerde bir manastır inşa edilmesi için bağışta bulundu. MS. 477'de inşa edilen bu manastır halen Magosa’ya giderken yol üzerinde bulunur ve Dünya’daki mevcut ikona envanterinin en önemli parçaları bu manastırda muhafaza edilmekte ve sergilenmektedir.

1922’de Aziz Barnabas Manastırı’nda görevli Stefano, Haritanos ve Barnaba adındaki üç kardeş papaz kilisenin kapısının sağ kısmında yer alan, Aziz Barnabas’ın ölümünün 432 yıl sonrasını konu alan bir fresk yaptılar. 1976 yılında kadar Aziz Barnabas Kilisesi’nde görevlerini sürdüren bu üç kardeş papaz; süreçte yaşlılık ve hastalık nedenleriyle Güney Kıbrıs’a göç ettiler. Bu kardeş papazların manastırı terk etmesinin ardından Aziz Barnabas Manastırı orijinal hali korunarak ziyarete açıldı.

1991 yılında Eski Eserler ve Müzeler Dairesi tarafından restore edilmeye başlandı. Manastırın çok değerli ikonaların sergilendiği kilise kısmı da restore edildi ve kapsamlı bir ikona müzesine dönüştürüldü. Manastırın avlusunda ayrıca Arkeoloji Müzesi inşa edilmiştir ve bu müzede de çok değerli arkeolojik parçalar sergilenmektedir.

Kıbrıs ile ilgili olarak bir başka husus da Hıristiyanlık Tarihi adına önem arz eden başka dini eserlerin de KKTC topraklarında bulunmasıdır. Aynı şekilde dini arşivin önemli kısmı da KKTC Cumhurbaşkanlığı envanterindedir. (YN: Filiki Eterya ile ilgili araştırmamızda KKTC Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nden çok önemli kaynaklar temin etmiştik.)

Kıbrıs Türkleşme tehlikesinde... Türkleşirse herkes gidecek ama biz kilise olarak gitmeyecek,  burada kalacağız.” Bu sözlerin sahibi Başpiskopos Hrisostomos’un Türk düşmanlığı o kadar had safhada ki; Kıbrıs’ın ilk cumhurbaşkanlığını da yapmış olan ve yüzlerce genç, yaşlı, masum Türkün katline neden olan selefi Başpiskopos Makarios’u aratmamakta…

1964’te Yunanistan ile Türkiye; Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Aralık 1963 sonunda ise Kıbrıs’ta,  Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik olaylar gerçekleşti. 20 Aralık’ta Türk köylerinde başlayan kıyım “24 Aralık Noel Gecesi ellerindeki silahları Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız ailesine çeviren Başpiskopos ve Cumhurbaşkanı Makarios’un kışkırttığı “dini bütün Hıristiyanlar” silahlarını binbaşının eşi Mürüvvet, küçücük evlatları Kutsi, Hakan ve Murat’a doğrultular. Bir banyo küvetine sokularak katledilen bu insanların fotoğrafı Türkiye’de büyük bir infial yarattı. 103 köy boşaltıldı toplamda 25 Bin kişi sürgün oldu.

Tarihsel süreçte Kıbrıs’ın üzerinde yaşananlar, aslında paylaşılamayan topraklarının Hristiyanlık Tarihi açısından fevkalade önemli olmasındandır. Çeşitli kaynaklarda, Makarios’un iktidarı süresinde, Kıbrıs’taki mevcut otellerin birçoğunun gizli ya da açık sahibi olduğu bilgisi bulunmaktadır. Makarios’un, dini lider sıfatını kullanarak Türklere karşı şiddeti nasıl körüklediğini de yukarıdaki acı örnekte olduğu gibi hâlâ hafızalardadır. Devrin Rum Patriği Athenagoras tarafından Kıbrıs’a başpiskopos olarak atanmış olan Makarios, servetini korumak için Türklerin tamamını yok etmeyi dahi göze almıştı.

Bir KKTC gazetesinde “Yani bugün Hrisostomos’un “düğün değil bayram değil, bu neyin kafası” diye düşündüren çıkışlarına kızmayalım, zira bu genetik bir özellik… Din adamlarının sevgi dolu olması, hedef kitlesine sabrı, bireylere tahammülü tavsiye ederek hayatın güçlüklerine karşı destek olması gerekirken bırakın bu özellikleri, kışkırtıcı yönleriyle öne çıkmaktalar. Özellikle kutsal kabul edilen dinlerin muhatabı; bir ırk, kavim, coğrafya değil, bütün insanlık olduğuna göre, bir din adamı yaşadığı toplumda huzursuzluğu, hayatını sürdürdüğü bölgede kaosu planlıyorsa orada ciddi sorunlar var demektir.” değerlendirmesi yapılmıştır.

Kıbrıs Rum yönetimi önceki lideri Dimitris Hristofyas’ın Ocak 2011’de yapılan Rum Ulusal Konsey toplantısında; bir süre önce yapılan Apoel-Pınar Karşıyaka basketbol maçında, fanatik Rumlarca yapılan saldırıyı da Türkiye’nin tepkisi üzerine görüştüğü biliniyor. Pınar Karşıyaka takımının oyuncularına ve yöneticilerine karşılaşma esnasında taşlı sopalı saldırı yapılmış ve bu saldırının ardında aşırı ırkçı örgüt; “Ulusal Halk Cephesi” (ELAM) olduğu ortaya çıkmıştı. Teşvik edenin ise Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un olduğu, bizzat Rum lider Hristofyas tarafından ifade edilmişti.

O tarihte Rum gazetelerinde yer alan haberlere göre Hristofyas; Rum Ulusal Konsey toplantısında, Kıbrıs Rum kesiminde aşırı milliyetçi çizgisiyle tanınan ELAM örgütünün, Başpiskopos Hrisostomos'un tarafından finanse edildiğini de açıkladı. Bu örgüt, aynı zamanda, Kıbrıslı Türklere yapılan saldırıları da organize etmektedir.

Ocak 2011’de çıkan gazetelerin haberlerine göre; Apoel-Pınar basketbol maçında ortaya çıkan olayların gündeme gelmesiyle başlayan tartışmada Demokratik Parti (DİKO) ve Rum Meclisi Başkanı Marios Karoyan da Başpiskopos Hrisostomos'u savunmuşlardır.

Anadolu Ajansı’nın o tarihte çıkmış bu konudaki haberine göre ise; ELAM üyeleri boya tabancalarıyla askeri talimler yaparak bu saldırıya hazırlanmışlar, karşılaşma için gelen Kıbrıslı Türklerin araçlarının tahrip etmişler ve Güney Kıbrıs'ta ikamet eden bir Kıbrıslı Türkü de bıçaklamışlardır.

Böyle bir organize saldırıyı ve hazırlıkları Rum polis ya da istihbarat elemanları tarafından fark edilmemiş olması da mümkün değildir. Bu işin arkasında finansman ve moral destek olarak Başpiskopos Hrisostomos’un olması ve bu desteğin farkına varılmaması mümkün değildir. Irkçı ELAM ile Kıbrıs Kilisesi’nin maddi manevi bağı çok gizli ilişkiler değildir.

31 Ocak 2011 Pazartesi

TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR YARATILMAYA ÇALIŞILMAKTADIR


20 Kasım 1922 günü, İsviçre Konfederasyonu’nun bir kentinde bulunan “Mont Benon Gazinosu”nda, en büyük iletişim aracının “Telgraf” olduğu bir zaman diliminde, adını yapıldığı kentten alan “Lozan Konferansı” başladı. Tüm Dünya ve Türkiye; telgraf tellerinden gelen haberlerin yer aldığı gazetelerden olup biteni anlamaya çalışıyordu. İsmet İnönü açılış konuşması özetle şu hususlar üzerine odaklandı:  
  
Türk Milleti’nin uğradığı hayal kırıklığı ve verilen sözlerin tutulmaması, topraklarının haksız olarak işgal edilmesi sonucunda haklı olarak silaha başvurulduğu, Türklerin onur savaşı verdiklerini, bağımsızlığa fazlasıyla hak kazanan bir ülkenin temsilcisi olarak orada söz aldığını, bu konferansın barışa çok önem veren İsviçre’de yapılmasına da çok memnun olunduğunu...”

Lozan’a gidilirken, görüşülecek başlıklar arasındaki özellikle üç konu üzerinde Atatürk’ün büyük hassasiyeti vardı ve bunlarla ilgili İsmet İnönü başkanlığındaki “Murahhas Heyet”e çok net talimatlar vermişti.
 
Kapitülasyonlar
Ermeni yurdu
Azınlıklar 

Kapitülasyonların için talimat çok netti: “Sanki bir kılıç darbesi gibi bir anda kapitülasyonlar kesilmesi ve tamamen kaldırılması ile bu konuda en ufak bir taviz verilmemesi...” Zira Batılıların, 1856’daki kapitülasyonları kaldırma sözü tutulmamış, 1911’de İttihat ve Terakki tarafından kaldırılmış ise de “Sevr” ile çok daha ağır olarak Türkiye’nin sırtına yüklenmişti.

Kapitülasyonların akıbetinin ne olacağı ile ilgili uzun ve hararetli toplantıların birinde İsmet İnönü rest çekerek salonu terk ettiğinde, arkasından koşarak gelen Japon Heyet Başkanı; Biz kapitülasyonları çok uzun süren yılara böldük ve öyle hallettik. Siz niye uzlaşmaya yanaşmıyorsunuz?” dediği bilinir.  İsmet İnönü’nün ise o anda üzerindeki siyasetçi vasfını bir kenara bırakarak ve asker edasıyla, bir prens olan Japon Heyet Başkanı’na şöyle demiştir: Biz sizin nasıl davrandığınıza ancak saygı duyarız ve bunu sorgulamayız. Fakat bu da yıllarca sömürülmüş Türk Halkı’nın isteğidir ve başka yol da yoktur.” Türk Heyeti’nin kararlı ve geri adım atmayan duruşu neticesinden Lozan’da kapitülasyonlar;  tamamen kaldırılmıştır. 

Doğu’da bir “Ermeni Yurdu” kurulması için de çok baskı vardı. Atatürk bunun da hiçbir suretle kabul edilmemesi talimatını heyete giderken vermişti ve nitekim bu da Lozan’da kabul edilmedi. Bu gün, (sözde) “Ermeni Soykırımı” başta olmak üzere Türkiye üzerinde oynanan “Ermeni” oyununa objektif bir gözle bakıldığında, o dönemde Atatürk’ün ne kadar öngörülü bir lider olduğu anlaşılmaktadır. 

Üçüncü hassas başlık “Azınlıklar” idi. Atatürk; azınlıkların statüsü üzerine tartışılabileceğini ama Türkiye’deki azınlıkların, Rum ve Ermeni ile sınırlı kalacağı hususunda heyeti uyarmıştı. Uzun süren toplantılardan sonra Rum ve Ermenilerin yanı sıra Museviler de Lozan’da azınlık statüsü aldılar Musevilerin de bu statüyü almaları; ABD’nin izlediği özel politika ve kulis faaliyetleriyle ile gerçekleşmiş, ancak Türkiye’deki Museviler daha sonra Lozan’da verilen bazı haklardan kendi rızalarıyla feragat etmişlerdir.

İngiltere, Fransa, İtalya Japonya bu konferansın toplanması çağrı yapan dört ülkedir.   

Bunların yanı sıra; Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Amerika Birleşik Devletleri ise çağırılan ya da gözlemci olan beş ülkedir. Burada Yunanistan’ın durumu için itiraz edilme olasılığını karşı, Yunanistan’ın mağlup statüde olduğu ve konferansın toplanmasında söz sahibi olmadığına vurgu yapmak gereklidir. ABD’nin rolünü de irdelemek şarttır! ABD Delegasyonu; Lozan’da oy kullanmamış, başkanlık ya da benzeri hiç bir görev almamıştır.

ABD’yi, Lozan’da sadece “Gözlemci” olarak tanımlamak gerekir ama gerçek daha farklı olup, ABD;  tüm komisyon ve alt komisyon toplantılarında, kulislerde, devamlı olarak konferansı etkileyen bir tutum sergilemiştir.  ABD Lozan’da, sadece suçluların iadesi gibi bir konuda ve genel olarak ticari ve siyasi ilişkiler kurmak için bir Genel Andlaşma  (General Treaty) üzerinde talepkâr görünmüş ama çok yoğun kulis yaparak, konferansı tümden yönlendirmeye çalışmıştır.

Lozan’da, Rum, Ermeni ve Yahudi cemaat mensupları dışında tanımlanan ve kabul edilen başka bir azınlık yoktur. Dolayısı ile de Türkiye’de azınlık statüsünde sadece bu üç cemaat bulunmaktadır. Bu üç azınlıktan başka, Türkiye’de yaşayan Türk vatandaşı Bulgarların da azınlık olduğu yönünde son birkaç yılda ortaya çıkan bir söylem vardır ki bu Atatürk’ün, Lozan’da azınlıklar konusuna gösterdiği hassasiyete tamamen terstir. 

Son on yılda, ağırlıklı olarak Türkiye üzerinde oynanan kirli oyunların bir ayağı; Rum Patrikhanesi’ne “Ekümenik” sanı verilmesini amaçlayan ama kökünde “Megali İdea” olarak bilinen İstanbul’un, tekrar Bizans olmasını amaçlayan “Büyük Yunanistan” ülküsüdür.  

Bir diğer ayak ise; bugün Türkiye’nin önemli sorunlarından biri olan (sözde) “Ermeni Soykırımı”nın aslında Kurtuluş Savaşı’ndan çok önce başlayan Türkiye’nin doğusunun bir “Ermeni Yurdu” ya da Ermenistan olmasını amaçlayan kirli oyundur. Atatürk o tarihte; Türkiye üzerinde, Lozan’da kabul edilen Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklardan başka hiçbir etnik unsuru azınlık tanımlaması içinde görmek istememişti. Ve cumhuriyetin ilk yıllarında da bilinen çabalarıyla buna müsaade etmemiştir. Ata’nın ne kadar uzun bir öngörü kabiliyeti olduğu günümüzde tekrar anlaşıldı.

Bir ulusu yıkmanın en kolay yolu, onu içerden yıkmaktır. Türkiye Cumhuriyeti; barındırdığı tüm etnik kökenlerle birlikte bir bütündür. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Pomak, Kafkasyalı, Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Süryani, Latin ve diğer tüm Müslüman ya da Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bir bütün olarak “Türk Ulusu”nu teşkil etmektedirler.

Ülkemizde yabancı fonlar ve vakıflar cirit atmakta, başta medya ve akademik çevrelerden, yandaşlar ve kalemşorlar bulmaktadırlar. Bu yazımızda, Lozan’dan başladık ve günümüze geldik. “Böl ve Yok Et” bunu yapmalarına müsaade edilmemelidir. Şimdi azınlıklara oynuyorlar! Sayıları çok az olan Hıristiyan azınlıklar, ya da azınlık olmayıp da azınlık saydırmaya çalışılan Hıristiyan cemaatler üzerinden diğer büyük etnik gruplara örnekleme yapmaya çalışıyorlar. Atatürk bunu cumhuriyetin ilk kuruluş aşamasında gördü ki Lozan’da azınlık olarak sadece üç cemaati kabul etti. Diğer büyük etnik grupların azınlık sayılmasının ülkeyi kaosa sürükleyeceğini daha o zaman anladı. 

Amerika Birleşik Devletleri’ni birçok politikasını tasvip etmesek de adamlara hakkını vermek gerekmektedir. Nasıl bir ulusal ruh yaymayı başarıyorlar ki, yüzlerce etnik unsur bulunan Amerika’da vatandaş bireyler evvelâ “Ben Amerikalıyım” demektedir. 

Evet, Amerika’da yaşayan ve ABD vatandaşlığını almış bireyler “Evvelâ Amerikalıdır” sonra kendi etnik kökenini ortaya koyar ve bundan da hiç rahatsızlık duymaz. Türkiye’de yaşayan azınlık statüsünde olanların bir bölümü; (kesinlikle bu tanımı genele yapmıyoruz) evvelâ Türk değildir, maalesef ki sonra da değildir. Böyle uç görüşte olanlar, ne yazık ki genelde öne çıkmayı sevmeyen ya da resmi bir durumla karşı karşıya kalmamayı yeğleyen bireyler olmaları sebebiyle suskundurlar ve uç görüşlü bireylere tepkide bulunsalar da bu tepkiler “kol içinde” kalan mahiyettedir. 

(Yazarın notu: Padişah Abdülaziz, 1870 tarihli “Bulgar Eksarhlığı Fermanı” ile Rum Patrikhanesi’nden ayrılan diğer Ortodoks unsurlara bağımsız kilise hakkı verdi. İstanbul’daki Bulgar Ortodoks Cemaati bu fermanın mirasıdır. Bu gün sayıları dört yüzden az kalan bu cemaatin yüzde doksanı ise benim gibi Makedon etnik kökenlidir. Bu etnik kökenimizdir ama ben evvelâ Türk’üm, sonra Bulgar Ortodoks Cemaati mensubu bir Hıristiyan’ım. Ve bunu dediğim için “Kilise Çevreleri” beni sevmez. Zira evvelâ Türk olmak birilerine zül gelir! Bu konuda internet ortamında da satılan ”Patrikhane ile Mücadelem” adlı “kitabımda her türlü bilgiyi bulabilirsiniz.) 

Karadeniz’e dikkat edelim!  

2004 yılından başlayarak, “Çevre Konferansları”  adı altında, Rum Patrikhanesi’nin önderliğinde birçok yapılan toplantı yapıldı. Dini bir kurumun çevre konusuna hassasiyet göstermesine bir diyeceğimiz yoktur, ama devletten de önde gitme çabası içinde ve duyana (biraz argo olacak ama) “Amcam beni niye öptü?” dedirtircesine yapılan bu (güya)  “Çevre Konferansları”  ya da sempozyumları çok düşündürücüydü. Hele bunlardan bir tanesinin Karadeniz’de, Amerikalı bir armatörün tahsis ettiği gemide ve ”Pontus” haritalarının dağıtıldığı bir ortamda yapılmasının hemen ardından Karadenizli gençlerle ilgili ürkütücü duyumlar alınmıştı. 

Yunan/ABD vakıflarının kasalarından, on bin gibi telaffuz edilen bir sayıda olan Karadenizli gençler; Yunanistan’da ağırlandılar. Güzel günler/geceler, bayanlar, uzo ve sirtaki havasını Yunanlılar o kadar iyi kullandılar ki bu gençlerin büyük bölümü döndüğünde “Pontus” değil de “Pontos” demeye başladı ve “Yunansever”  (Grekofil) ve “Bizanssever” oldular.  

Uzun bir zamandır Karadeniz’den ses yok sanılmasın ve buna da çok dikkat edilsin! Karadeniz’de; irini patlamamış bir çıban ya da, küllenmeye bırakılmış, sönmemiş bir ateş tehlike olarak beklemekte ve genç dimağlara “Siz aslında Greksiniz” fikri çok ustaca aşılanmaktadır. 

Bu kadar sözden sonra şunu vurgulamak gerekiyor:  Amerika örneğinde olduğu gibi, bu ülkede yaşayan her bireyin başta “Ben Türküm” diye kendini tanımlaması ve de bundan gurur duyması gereklidir. Bunu söyletmemek için ne gerekiyorsa yapılmaktadır. Maalesef azınlıklar ile yaratılmaya çalışılan azınlıklar örneklerinde bunu görmekteyiz. Bir özeleştiri de olacaksa; Türkiye bunu yaratamadı ama bırakmadılar, bunu yaratmasına olanak verdirmediler... 

Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın! Bu ülkedeki bireylerin toplamı; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Pomak, Kafkasyalı, Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Süryani, Latin ve diğer tüm Müslüman ya da Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bir bütün olarak “Türk Ulusu”dur.  

21 Ocak 2011 Cuma

KIBRIS BAŞPİSKOPOSU HRİSOSTOMOS’UN PINAR KARŞIYAKA BASKETBOLCULARINA YAPILAN SALDIRI İLE BAĞLANTISI

Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas’ın bir gün önce yapılan Rum Ulusal Konsey toplantısında; kısa bir süre önce yapılan Apoel-Pınar Karşıyaka basketbol maçında, fanatik Rumlarca yapılan saldırıyı da görüştüğü öğrenildi. Pınar Karşıyaka takımının oyuncularına ve yöneticilerine yapılan taşlı sopalı saldırıyı tertipleyen aşırı ırkçı örgüt “Ulusal Halk Cephesi”nin (ELAM) ardında Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un (Chrysostomos of Kition) bulunduğu, bizzat Rum lider Hristofyas tarafından ifade edilmiştir.

Rum gazetelerinde yer alan haberlere göre Hristofyas; Rum Ulusal Konsey toplantısında, Kıbrıs Rum kesiminde aşırı milliyetçi çizgisiyle tanınan ELAM örgütünün, Başpiskopos Hrisostomos'un tarafından finanse edildiği açıklanmıştır. Bu örgüt aynı zamanda, Kıbrıslı Türklere yapılan saldırıları da organize etmektedir. Rum lider Hristofyas; bu hususta ellerinde gerekli bilgi ve belgelerin bulunduğunu ifade ettiği de Rum gazetelerinin haberlerinde vurgulanmaktadır.

Bu gazetelerin haberlerine göre; Apoel-Pınar basketbol maçında ortaya çıkan olayların gündeme gelmesiyle başlayan tartışmada Demokratik Parti (DİKO) ve Rum Meclisi Başkanı Marios Karoyan de Başpiskopos Hrisostomos'u savunmaya çalışmaktadırlar.

Anadolu Ajansı’nın bu konudaki haberine göre, ELAM üyelerinin boya tabancalarıyla askeri talimler yaptığı, Kıbrıslı Türklerin araçlarının tahrip edildiği ve Güney Kıbrıs'ta ikamet eden bir Kıbrıslı Türkün de bıçaklandığı şeklindeki bilgileri bizzat Hristofyas söylemiştir.

Böyle bir organize saldırı için, televizyonlarda izlediğimiz görüntülerdeki oyuncularımıza saldıran o “güruh” mutlaka bir hazırlanma süreci yaşamıştır. Bu bağlamda ise Rum polis ya da istihbarat elemanlarınca bu kişilerin fark edilmemeleri de mümkün değildir. Hele arkalarında finansman ve moral destek olarak Rum tarafının dini lideri Başpiskopos Hrisostomos olacak ve bu desteğin farkın varılmayacak, bunu kabul etmek mümkün değildir.

Ve bu noktada şu soru hemen akla geliyor: Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos kimdir? 

Hrisostomos; Fener Rum Patriği Bartholomeos’a bağlı bir başpiskopostur. Attığı her adımdan, yaptığı her davranıştan Fener Rum Patrikhanesi’nin haberdar olmaması da düşünülemez. 

Kısa bir süre evvel bu sitede ele aldığımız, Amerika’daki Yunan Kilisesi’nde ortaya çıkan “Çocuk İstismarları ve Yolsuzluk İddiaları” hakkındaki yazımızda; Rum Patrikhanesi’nin olaya müdahalesinin ne şekilde olduğunu yazmıştık. Bu yazımızda; yolsuzluk ve taciz sanığı papazın manastırdaki odasına girip eşyalarını alması için gereken izni verip vermediğini öğrenmek için Amerikan Polisi’nin olay esnasında Patrikhane’ye telefon açarak talimat aldığını, ilgili Yunan gazetesini de kaynak göstererek vurgulamıştık.

Şimdi Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos'un böyle maddi ve manevi yardım yaptığı aşırı ırkçı grup ELAM’a yapılan yardımlar için bilgi vermediğini düşünebilir miyiz? Hatta daha da ileriye giderek, kendi başına hareket eden, Dünya genelindeki Yunan kiliselerinin üzerinde ki bunlar arasında bizatihi Atina Başpiskoposu ve Aynaroz Manastırları da var. Zaman zaman Barholomeos’un gazabı bu kiliseler üzerinde baskı olarak baş göstermektedir. Kıbrıs Kilisesi’nin tek başına ya da hiç bilgi vermeden, icazet almadan hareket etmesi mümkün müdür? Böyle düşünmek için çok fazla pozitivist olmak ve bardağın sadece dolu tarafına bakar olmak gerekli...

Tarihte Rum Patrikhanesi’nin bu şekilde başka vukuatları da var! 1948 ile 1972 yılları arasında Patrik olan “Athenagoras” döneminde; İngiltere’den Kıbrıs’a Başpiskopos giden ve adata gitmeden Rum Patrikhanesi’ne uğrayarak talimat ve icazet alan “Kanlı Papaz Makarios”u da aynı Hrisostomos gibi Patrikhane atamıştı.

10-11 Kasım 2008’de Rum Patrikhanesi’nde Ortodokslar arası bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya katılan Hrisostomos'un ilk yaptığı işlerden biri; 1821 yılında, Osmanlı’ya karşı isyan hazırlığında iken yakalanarak asılan Patrik anısına kapatılan ve burada bir Türk büyüğü asılmadan açılmaması için fetva verilen meşhur ”Kin Kapısı”nın arkasında dua etmek olmuştur.

Rum Patriği’nin emrinde, onun alt hiyerarşisinde bulunan, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos’u ”Kin Kapısı”nın arkasında dua ederken ve Patrikhane’nin kapısında gösteren iki fotoğrafı bu yazımıza ekledik. Bu fotoğraflarla ilgili yorumu bu kadarla sınırlı tutacağız.

Demokratik Parti (DİKO) ve Rum Meclisi Başkanı Marios Karoyan, Başpiskoposu savunmaya çalıştılar. Irkçı ELAM ile Kıbrıs Kilisesi’nin maddi manevi bağı çok gizli ilişkileri gözler önüne sermiştir. Elimizdeki fotoğraflar, çok iyi bilinen Patrikhane ve Kıbrıs Başpiskoposluğu’nun ast/üst ilişkileri ve mutlaka Kıbrıs Rum Kesimi siyasilerinin kendi iç siyasi çekişmelerinin bir yansımasını bu yazımızda ortaya koyduk.

Türkiye topraklarında “Ortodoks Halifeliği” ile eş anlamlı sayılması gereken Patrikhane’ye “Ekümenik” sanının bir gün verilmesinin ülkemiz açısından ne kadar önemli olduğunu her fırsatta vurguluyoruz. Bu ürkütücü tablonun Kıbrıs tarafından da farklı bir görüntü görünmüyor ve bu bağlamda son derece dikkatli olunması gereklidir.