20 Kasım 1922 günü, İsviçre Konfederasyonu’nun bir kentinde bulunan “Mont Benon Gazinosu”nda, en büyük iletişim aracının “Telgraf” olduğu bir zaman diliminde, adını yapıldığı kentten alan “Lozan Konferansı” başladı. Tüm Dünya ve Türkiye; telgraf tellerinden gelen haberlerin yer aldığı gazetelerden olup biteni anlamaya çalışıyordu. İsmet İnönü açılış konuşması özetle şu hususlar üzerine odaklandı:
“Türk Milleti’nin uğradığı hayal kırıklığı ve verilen sözlerin tutulmaması, topraklarının haksız olarak işgal edilmesi sonucunda haklı olarak silaha başvurulduğu, Türklerin onur savaşı verdiklerini, bağımsızlığa fazlasıyla hak kazanan bir ülkenin temsilcisi olarak orada söz aldığını, bu konferansın barışa çok önem veren İsviçre’de yapılmasına da çok memnun olunduğunu...”
Lozan’a gidilirken, görüşülecek başlıklar arasındaki özellikle üç konu üzerinde Atatürk’ün büyük hassasiyeti vardı ve bunlarla ilgili İsmet İnönü başkanlığındaki “Murahhas Heyet”e çok net talimatlar vermişti.
Kapitülasyonlar
Ermeni yurdu
Azınlıklar
Kapitülasyonların için talimat çok netti: “Sanki bir kılıç darbesi gibi bir anda kapitülasyonlar kesilmesi ve tamamen kaldırılması ile bu konuda en ufak bir taviz verilmemesi...” Zira Batılıların, 1856’daki kapitülasyonları kaldırma sözü tutulmamış, 1911’de İttihat ve Terakki tarafından kaldırılmış ise de “Sevr” ile çok daha ağır olarak Türkiye’nin sırtına yüklenmişti.
Kapitülasyonların akıbetinin ne olacağı ile ilgili uzun ve hararetli toplantıların birinde İsmet İnönü rest çekerek salonu terk ettiğinde, arkasından koşarak gelen Japon Heyet Başkanı; “Biz kapitülasyonları çok uzun süren yılara böldük ve öyle hallettik. Siz niye uzlaşmaya yanaşmıyorsunuz?” dediği bilinir. İsmet İnönü’nün ise o anda üzerindeki siyasetçi vasfını bir kenara bırakarak ve asker edasıyla, bir prens olan Japon Heyet Başkanı’na şöyle demiştir: “Biz sizin nasıl davrandığınıza ancak saygı duyarız ve bunu sorgulamayız. Fakat bu da yıllarca sömürülmüş Türk Halkı’nın isteğidir ve başka yol da yoktur.” Türk Heyeti’nin kararlı ve geri adım atmayan duruşu neticesinden Lozan’da kapitülasyonlar; tamamen kaldırılmıştır.
Doğu’da bir “Ermeni Yurdu” kurulması için de çok baskı vardı. Atatürk bunun da hiçbir suretle kabul edilmemesi talimatını heyete giderken vermişti ve nitekim bu da Lozan’da kabul edilmedi. Bu gün, (sözde) “Ermeni Soykırımı” başta olmak üzere Türkiye üzerinde oynanan “Ermeni” oyununa objektif bir gözle bakıldığında, o dönemde Atatürk’ün ne kadar öngörülü bir lider olduğu anlaşılmaktadır.
Üçüncü hassas başlık “Azınlıklar” idi. Atatürk; azınlıkların statüsü üzerine tartışılabileceğini ama Türkiye’deki azınlıkların, Rum ve Ermeni ile sınırlı kalacağı hususunda heyeti uyarmıştı. Uzun süren toplantılardan sonra Rum ve Ermenilerin yanı sıra Museviler de Lozan’da azınlık statüsü aldılar Musevilerin de bu statüyü almaları; ABD’nin izlediği özel politika ve kulis faaliyetleriyle ile gerçekleşmiş, ancak Türkiye’deki Museviler daha sonra Lozan’da verilen bazı haklardan kendi rızalarıyla feragat etmişlerdir.
İngiltere, Fransa, İtalya Japonya bu konferansın toplanması çağrı yapan dört ülkedir.
Bunların yanı sıra; Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Amerika Birleşik Devletleri ise çağırılan ya da gözlemci olan beş ülkedir. Burada Yunanistan’ın durumu için itiraz edilme olasılığını karşı, Yunanistan’ın mağlup statüde olduğu ve konferansın toplanmasında söz sahibi olmadığına vurgu yapmak gereklidir. ABD’nin rolünü de irdelemek şarttır! ABD Delegasyonu; Lozan’da oy kullanmamış, başkanlık ya da benzeri hiç bir görev almamıştır.
ABD’yi, Lozan’da sadece “Gözlemci” olarak tanımlamak gerekir ama gerçek daha farklı olup, ABD; tüm komisyon ve alt komisyon toplantılarında, kulislerde, devamlı olarak konferansı etkileyen bir tutum sergilemiştir. ABD Lozan’da, sadece suçluların iadesi gibi bir konuda ve genel olarak ticari ve siyasi ilişkiler kurmak için bir Genel Andlaşma (General Treaty) üzerinde talepkâr görünmüş ama çok yoğun kulis yaparak, konferansı tümden yönlendirmeye çalışmıştır.
Lozan’da, Rum, Ermeni ve Yahudi cemaat mensupları dışında tanımlanan ve kabul edilen başka bir azınlık yoktur. Dolayısı ile de Türkiye’de azınlık statüsünde sadece bu üç cemaat bulunmaktadır. Bu üç azınlıktan başka, Türkiye’de yaşayan Türk vatandaşı Bulgarların da azınlık olduğu yönünde son birkaç yılda ortaya çıkan bir söylem vardır ki bu Atatürk’ün, Lozan’da azınlıklar konusuna gösterdiği hassasiyete tamamen terstir.
Son on yılda, ağırlıklı olarak Türkiye üzerinde oynanan kirli oyunların bir ayağı; Rum Patrikhanesi’ne “Ekümenik” sanı verilmesini amaçlayan ama kökünde “Megali İdea” olarak bilinen İstanbul’un, tekrar Bizans olmasını amaçlayan “Büyük Yunanistan” ülküsüdür.
Bir diğer ayak ise; bugün Türkiye’nin önemli sorunlarından biri olan (sözde) “Ermeni Soykırımı”nın aslında Kurtuluş Savaşı’ndan çok önce başlayan Türkiye’nin doğusunun bir “Ermeni Yurdu” ya da Ermenistan olmasını amaçlayan kirli oyundur. Atatürk o tarihte; Türkiye üzerinde, Lozan’da kabul edilen Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklardan başka hiçbir etnik unsuru azınlık tanımlaması içinde görmek istememişti. Ve cumhuriyetin ilk yıllarında da bilinen çabalarıyla buna müsaade etmemiştir. Ata’nın ne kadar uzun bir öngörü kabiliyeti olduğu günümüzde tekrar anlaşıldı.
Bir ulusu yıkmanın en kolay yolu, onu içerden yıkmaktır. Türkiye Cumhuriyeti; barındırdığı tüm etnik kökenlerle birlikte bir bütündür. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Pomak, Kafkasyalı, Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Süryani, Latin ve diğer tüm Müslüman ya da Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bir bütün olarak “Türk Ulusu”nu teşkil etmektedirler.
Ülkemizde yabancı fonlar ve vakıflar cirit atmakta, başta medya ve akademik çevrelerden, yandaşlar ve kalemşorlar bulmaktadırlar. Bu yazımızda, Lozan’dan başladık ve günümüze geldik. “Böl ve Yok Et” bunu yapmalarına müsaade edilmemelidir. Şimdi azınlıklara oynuyorlar! Sayıları çok az olan Hıristiyan azınlıklar, ya da azınlık olmayıp da azınlık saydırmaya çalışılan Hıristiyan cemaatler üzerinden diğer büyük etnik gruplara örnekleme yapmaya çalışıyorlar. Atatürk bunu cumhuriyetin ilk kuruluş aşamasında gördü ki Lozan’da azınlık olarak sadece üç cemaati kabul etti. Diğer büyük etnik grupların azınlık sayılmasının ülkeyi kaosa sürükleyeceğini daha o zaman anladı.
Amerika Birleşik Devletleri’ni birçok politikasını tasvip etmesek de adamlara hakkını vermek gerekmektedir. Nasıl bir ulusal ruh yaymayı başarıyorlar ki, yüzlerce etnik unsur bulunan Amerika’da vatandaş bireyler evvelâ “Ben Amerikalıyım” demektedir.
Evet, Amerika’da yaşayan ve ABD vatandaşlığını almış bireyler “Evvelâ Amerikalıdır” sonra kendi etnik kökenini ortaya koyar ve bundan da hiç rahatsızlık duymaz. Türkiye’de yaşayan azınlık statüsünde olanların bir bölümü; (kesinlikle bu tanımı genele yapmıyoruz) evvelâ Türk değildir, maalesef ki sonra da değildir. Böyle uç görüşte olanlar, ne yazık ki genelde öne çıkmayı sevmeyen ya da resmi bir durumla karşı karşıya kalmamayı yeğleyen bireyler olmaları sebebiyle suskundurlar ve uç görüşlü bireylere tepkide bulunsalar da bu tepkiler “kol içinde” kalan mahiyettedir.
(Yazarın notu: Padişah Abdülaziz, 1870 tarihli “Bulgar Eksarhlığı Fermanı” ile Rum Patrikhanesi’nden ayrılan diğer Ortodoks unsurlara bağımsız kilise hakkı verdi. İstanbul’daki Bulgar Ortodoks Cemaati bu fermanın mirasıdır. Bu gün sayıları dört yüzden az kalan bu cemaatin yüzde doksanı ise benim gibi Makedon etnik kökenlidir. Bu etnik kökenimizdir ama ben evvelâ Türk’üm, sonra Bulgar Ortodoks Cemaati mensubu bir Hıristiyan’ım. Ve bunu dediğim için “Kilise Çevreleri” beni sevmez. Zira evvelâ Türk olmak birilerine zül gelir! Bu konuda internet ortamında da satılan ”Patrikhane ile Mücadelem” adlı “kitabımda her türlü bilgiyi bulabilirsiniz.)
Karadeniz’e dikkat edelim!
2004 yılından başlayarak, “Çevre Konferansları” adı altında, Rum Patrikhanesi’nin önderliğinde birçok yapılan toplantı yapıldı. Dini bir kurumun çevre konusuna hassasiyet göstermesine bir diyeceğimiz yoktur, ama devletten de önde gitme çabası içinde ve duyana (biraz argo olacak ama) “Amcam beni niye öptü?” dedirtircesine yapılan bu (güya) “Çevre Konferansları” ya da sempozyumları çok düşündürücüydü. Hele bunlardan bir tanesinin Karadeniz’de, Amerikalı bir armatörün tahsis ettiği gemide ve ”Pontus” haritalarının dağıtıldığı bir ortamda yapılmasının hemen ardından Karadenizli gençlerle ilgili ürkütücü duyumlar alınmıştı.
Yunan/ABD vakıflarının kasalarından, on bin gibi telaffuz edilen bir sayıda olan Karadenizli gençler; Yunanistan’da ağırlandılar. Güzel günler/geceler, bayanlar, uzo ve sirtaki havasını Yunanlılar o kadar iyi kullandılar ki bu gençlerin büyük bölümü döndüğünde “Pontus” değil de “Pontos” demeye başladı ve “Yunansever” (Grekofil) ve “Bizanssever” oldular.
Uzun bir zamandır Karadeniz’den ses yok sanılmasın ve buna da çok dikkat edilsin! Karadeniz’de; irini patlamamış bir çıban ya da, küllenmeye bırakılmış, sönmemiş bir ateş tehlike olarak beklemekte ve genç dimağlara “Siz aslında Greksiniz” fikri çok ustaca aşılanmaktadır.
Bu kadar sözden sonra şunu vurgulamak gerekiyor: Amerika örneğinde olduğu gibi, bu ülkede yaşayan her bireyin başta “Ben Türküm” diye kendini tanımlaması ve de bundan gurur duyması gereklidir. Bunu söyletmemek için ne gerekiyorsa yapılmaktadır. Maalesef azınlıklar ile yaratılmaya çalışılan azınlıklar örneklerinde bunu görmekteyiz. Bir özeleştiri de olacaksa; Türkiye bunu yaratamadı ama bırakmadılar, bunu yaratmasına olanak verdirmediler...
Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın! Bu ülkedeki bireylerin toplamı; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Pomak, Kafkasyalı, Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Süryani, Latin ve diğer tüm Müslüman ya da Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bir bütün olarak “Türk Ulusu”dur.