31 Ocak 2011 Pazartesi

TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR YARATILMAYA ÇALIŞILMAKTADIR


20 Kasım 1922 günü, İsviçre Konfederasyonu’nun bir kentinde bulunan “Mont Benon Gazinosu”nda, en büyük iletişim aracının “Telgraf” olduğu bir zaman diliminde, adını yapıldığı kentten alan “Lozan Konferansı” başladı. Tüm Dünya ve Türkiye; telgraf tellerinden gelen haberlerin yer aldığı gazetelerden olup biteni anlamaya çalışıyordu. İsmet İnönü açılış konuşması özetle şu hususlar üzerine odaklandı:  
  
Türk Milleti’nin uğradığı hayal kırıklığı ve verilen sözlerin tutulmaması, topraklarının haksız olarak işgal edilmesi sonucunda haklı olarak silaha başvurulduğu, Türklerin onur savaşı verdiklerini, bağımsızlığa fazlasıyla hak kazanan bir ülkenin temsilcisi olarak orada söz aldığını, bu konferansın barışa çok önem veren İsviçre’de yapılmasına da çok memnun olunduğunu...”

Lozan’a gidilirken, görüşülecek başlıklar arasındaki özellikle üç konu üzerinde Atatürk’ün büyük hassasiyeti vardı ve bunlarla ilgili İsmet İnönü başkanlığındaki “Murahhas Heyet”e çok net talimatlar vermişti.
 
Kapitülasyonlar
Ermeni yurdu
Azınlıklar 

Kapitülasyonların için talimat çok netti: “Sanki bir kılıç darbesi gibi bir anda kapitülasyonlar kesilmesi ve tamamen kaldırılması ile bu konuda en ufak bir taviz verilmemesi...” Zira Batılıların, 1856’daki kapitülasyonları kaldırma sözü tutulmamış, 1911’de İttihat ve Terakki tarafından kaldırılmış ise de “Sevr” ile çok daha ağır olarak Türkiye’nin sırtına yüklenmişti.

Kapitülasyonların akıbetinin ne olacağı ile ilgili uzun ve hararetli toplantıların birinde İsmet İnönü rest çekerek salonu terk ettiğinde, arkasından koşarak gelen Japon Heyet Başkanı; Biz kapitülasyonları çok uzun süren yılara böldük ve öyle hallettik. Siz niye uzlaşmaya yanaşmıyorsunuz?” dediği bilinir.  İsmet İnönü’nün ise o anda üzerindeki siyasetçi vasfını bir kenara bırakarak ve asker edasıyla, bir prens olan Japon Heyet Başkanı’na şöyle demiştir: Biz sizin nasıl davrandığınıza ancak saygı duyarız ve bunu sorgulamayız. Fakat bu da yıllarca sömürülmüş Türk Halkı’nın isteğidir ve başka yol da yoktur.” Türk Heyeti’nin kararlı ve geri adım atmayan duruşu neticesinden Lozan’da kapitülasyonlar;  tamamen kaldırılmıştır. 

Doğu’da bir “Ermeni Yurdu” kurulması için de çok baskı vardı. Atatürk bunun da hiçbir suretle kabul edilmemesi talimatını heyete giderken vermişti ve nitekim bu da Lozan’da kabul edilmedi. Bu gün, (sözde) “Ermeni Soykırımı” başta olmak üzere Türkiye üzerinde oynanan “Ermeni” oyununa objektif bir gözle bakıldığında, o dönemde Atatürk’ün ne kadar öngörülü bir lider olduğu anlaşılmaktadır. 

Üçüncü hassas başlık “Azınlıklar” idi. Atatürk; azınlıkların statüsü üzerine tartışılabileceğini ama Türkiye’deki azınlıkların, Rum ve Ermeni ile sınırlı kalacağı hususunda heyeti uyarmıştı. Uzun süren toplantılardan sonra Rum ve Ermenilerin yanı sıra Museviler de Lozan’da azınlık statüsü aldılar Musevilerin de bu statüyü almaları; ABD’nin izlediği özel politika ve kulis faaliyetleriyle ile gerçekleşmiş, ancak Türkiye’deki Museviler daha sonra Lozan’da verilen bazı haklardan kendi rızalarıyla feragat etmişlerdir.

İngiltere, Fransa, İtalya Japonya bu konferansın toplanması çağrı yapan dört ülkedir.   

Bunların yanı sıra; Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Amerika Birleşik Devletleri ise çağırılan ya da gözlemci olan beş ülkedir. Burada Yunanistan’ın durumu için itiraz edilme olasılığını karşı, Yunanistan’ın mağlup statüde olduğu ve konferansın toplanmasında söz sahibi olmadığına vurgu yapmak gereklidir. ABD’nin rolünü de irdelemek şarttır! ABD Delegasyonu; Lozan’da oy kullanmamış, başkanlık ya da benzeri hiç bir görev almamıştır.

ABD’yi, Lozan’da sadece “Gözlemci” olarak tanımlamak gerekir ama gerçek daha farklı olup, ABD;  tüm komisyon ve alt komisyon toplantılarında, kulislerde, devamlı olarak konferansı etkileyen bir tutum sergilemiştir.  ABD Lozan’da, sadece suçluların iadesi gibi bir konuda ve genel olarak ticari ve siyasi ilişkiler kurmak için bir Genel Andlaşma  (General Treaty) üzerinde talepkâr görünmüş ama çok yoğun kulis yaparak, konferansı tümden yönlendirmeye çalışmıştır.

Lozan’da, Rum, Ermeni ve Yahudi cemaat mensupları dışında tanımlanan ve kabul edilen başka bir azınlık yoktur. Dolayısı ile de Türkiye’de azınlık statüsünde sadece bu üç cemaat bulunmaktadır. Bu üç azınlıktan başka, Türkiye’de yaşayan Türk vatandaşı Bulgarların da azınlık olduğu yönünde son birkaç yılda ortaya çıkan bir söylem vardır ki bu Atatürk’ün, Lozan’da azınlıklar konusuna gösterdiği hassasiyete tamamen terstir. 

Son on yılda, ağırlıklı olarak Türkiye üzerinde oynanan kirli oyunların bir ayağı; Rum Patrikhanesi’ne “Ekümenik” sanı verilmesini amaçlayan ama kökünde “Megali İdea” olarak bilinen İstanbul’un, tekrar Bizans olmasını amaçlayan “Büyük Yunanistan” ülküsüdür.  

Bir diğer ayak ise; bugün Türkiye’nin önemli sorunlarından biri olan (sözde) “Ermeni Soykırımı”nın aslında Kurtuluş Savaşı’ndan çok önce başlayan Türkiye’nin doğusunun bir “Ermeni Yurdu” ya da Ermenistan olmasını amaçlayan kirli oyundur. Atatürk o tarihte; Türkiye üzerinde, Lozan’da kabul edilen Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklardan başka hiçbir etnik unsuru azınlık tanımlaması içinde görmek istememişti. Ve cumhuriyetin ilk yıllarında da bilinen çabalarıyla buna müsaade etmemiştir. Ata’nın ne kadar uzun bir öngörü kabiliyeti olduğu günümüzde tekrar anlaşıldı.

Bir ulusu yıkmanın en kolay yolu, onu içerden yıkmaktır. Türkiye Cumhuriyeti; barındırdığı tüm etnik kökenlerle birlikte bir bütündür. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Pomak, Kafkasyalı, Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Süryani, Latin ve diğer tüm Müslüman ya da Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bir bütün olarak “Türk Ulusu”nu teşkil etmektedirler.

Ülkemizde yabancı fonlar ve vakıflar cirit atmakta, başta medya ve akademik çevrelerden, yandaşlar ve kalemşorlar bulmaktadırlar. Bu yazımızda, Lozan’dan başladık ve günümüze geldik. “Böl ve Yok Et” bunu yapmalarına müsaade edilmemelidir. Şimdi azınlıklara oynuyorlar! Sayıları çok az olan Hıristiyan azınlıklar, ya da azınlık olmayıp da azınlık saydırmaya çalışılan Hıristiyan cemaatler üzerinden diğer büyük etnik gruplara örnekleme yapmaya çalışıyorlar. Atatürk bunu cumhuriyetin ilk kuruluş aşamasında gördü ki Lozan’da azınlık olarak sadece üç cemaati kabul etti. Diğer büyük etnik grupların azınlık sayılmasının ülkeyi kaosa sürükleyeceğini daha o zaman anladı. 

Amerika Birleşik Devletleri’ni birçok politikasını tasvip etmesek de adamlara hakkını vermek gerekmektedir. Nasıl bir ulusal ruh yaymayı başarıyorlar ki, yüzlerce etnik unsur bulunan Amerika’da vatandaş bireyler evvelâ “Ben Amerikalıyım” demektedir. 

Evet, Amerika’da yaşayan ve ABD vatandaşlığını almış bireyler “Evvelâ Amerikalıdır” sonra kendi etnik kökenini ortaya koyar ve bundan da hiç rahatsızlık duymaz. Türkiye’de yaşayan azınlık statüsünde olanların bir bölümü; (kesinlikle bu tanımı genele yapmıyoruz) evvelâ Türk değildir, maalesef ki sonra da değildir. Böyle uç görüşte olanlar, ne yazık ki genelde öne çıkmayı sevmeyen ya da resmi bir durumla karşı karşıya kalmamayı yeğleyen bireyler olmaları sebebiyle suskundurlar ve uç görüşlü bireylere tepkide bulunsalar da bu tepkiler “kol içinde” kalan mahiyettedir. 

(Yazarın notu: Padişah Abdülaziz, 1870 tarihli “Bulgar Eksarhlığı Fermanı” ile Rum Patrikhanesi’nden ayrılan diğer Ortodoks unsurlara bağımsız kilise hakkı verdi. İstanbul’daki Bulgar Ortodoks Cemaati bu fermanın mirasıdır. Bu gün sayıları dört yüzden az kalan bu cemaatin yüzde doksanı ise benim gibi Makedon etnik kökenlidir. Bu etnik kökenimizdir ama ben evvelâ Türk’üm, sonra Bulgar Ortodoks Cemaati mensubu bir Hıristiyan’ım. Ve bunu dediğim için “Kilise Çevreleri” beni sevmez. Zira evvelâ Türk olmak birilerine zül gelir! Bu konuda internet ortamında da satılan ”Patrikhane ile Mücadelem” adlı “kitabımda her türlü bilgiyi bulabilirsiniz.) 

Karadeniz’e dikkat edelim!  

2004 yılından başlayarak, “Çevre Konferansları”  adı altında, Rum Patrikhanesi’nin önderliğinde birçok yapılan toplantı yapıldı. Dini bir kurumun çevre konusuna hassasiyet göstermesine bir diyeceğimiz yoktur, ama devletten de önde gitme çabası içinde ve duyana (biraz argo olacak ama) “Amcam beni niye öptü?” dedirtircesine yapılan bu (güya)  “Çevre Konferansları”  ya da sempozyumları çok düşündürücüydü. Hele bunlardan bir tanesinin Karadeniz’de, Amerikalı bir armatörün tahsis ettiği gemide ve ”Pontus” haritalarının dağıtıldığı bir ortamda yapılmasının hemen ardından Karadenizli gençlerle ilgili ürkütücü duyumlar alınmıştı. 

Yunan/ABD vakıflarının kasalarından, on bin gibi telaffuz edilen bir sayıda olan Karadenizli gençler; Yunanistan’da ağırlandılar. Güzel günler/geceler, bayanlar, uzo ve sirtaki havasını Yunanlılar o kadar iyi kullandılar ki bu gençlerin büyük bölümü döndüğünde “Pontus” değil de “Pontos” demeye başladı ve “Yunansever”  (Grekofil) ve “Bizanssever” oldular.  

Uzun bir zamandır Karadeniz’den ses yok sanılmasın ve buna da çok dikkat edilsin! Karadeniz’de; irini patlamamış bir çıban ya da, küllenmeye bırakılmış, sönmemiş bir ateş tehlike olarak beklemekte ve genç dimağlara “Siz aslında Greksiniz” fikri çok ustaca aşılanmaktadır. 

Bu kadar sözden sonra şunu vurgulamak gerekiyor:  Amerika örneğinde olduğu gibi, bu ülkede yaşayan her bireyin başta “Ben Türküm” diye kendini tanımlaması ve de bundan gurur duyması gereklidir. Bunu söyletmemek için ne gerekiyorsa yapılmaktadır. Maalesef azınlıklar ile yaratılmaya çalışılan azınlıklar örneklerinde bunu görmekteyiz. Bir özeleştiri de olacaksa; Türkiye bunu yaratamadı ama bırakmadılar, bunu yaratmasına olanak verdirmediler... 

Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın! Bu ülkedeki bireylerin toplamı; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Pomak, Kafkasyalı, Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Süryani, Latin ve diğer tüm Müslüman ya da Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bir bütün olarak “Türk Ulusu”dur.  

21 Ocak 2011 Cuma

KIBRIS BAŞPİSKOPOSU HRİSOSTOMOS’UN PINAR KARŞIYAKA BASKETBOLCULARINA YAPILAN SALDIRI İLE BAĞLANTISI

Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas’ın bir gün önce yapılan Rum Ulusal Konsey toplantısında; kısa bir süre önce yapılan Apoel-Pınar Karşıyaka basketbol maçında, fanatik Rumlarca yapılan saldırıyı da görüştüğü öğrenildi. Pınar Karşıyaka takımının oyuncularına ve yöneticilerine yapılan taşlı sopalı saldırıyı tertipleyen aşırı ırkçı örgüt “Ulusal Halk Cephesi”nin (ELAM) ardında Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un (Chrysostomos of Kition) bulunduğu, bizzat Rum lider Hristofyas tarafından ifade edilmiştir.

Rum gazetelerinde yer alan haberlere göre Hristofyas; Rum Ulusal Konsey toplantısında, Kıbrıs Rum kesiminde aşırı milliyetçi çizgisiyle tanınan ELAM örgütünün, Başpiskopos Hrisostomos'un tarafından finanse edildiği açıklanmıştır. Bu örgüt aynı zamanda, Kıbrıslı Türklere yapılan saldırıları da organize etmektedir. Rum lider Hristofyas; bu hususta ellerinde gerekli bilgi ve belgelerin bulunduğunu ifade ettiği de Rum gazetelerinin haberlerinde vurgulanmaktadır.

Bu gazetelerin haberlerine göre; Apoel-Pınar basketbol maçında ortaya çıkan olayların gündeme gelmesiyle başlayan tartışmada Demokratik Parti (DİKO) ve Rum Meclisi Başkanı Marios Karoyan de Başpiskopos Hrisostomos'u savunmaya çalışmaktadırlar.

Anadolu Ajansı’nın bu konudaki haberine göre, ELAM üyelerinin boya tabancalarıyla askeri talimler yaptığı, Kıbrıslı Türklerin araçlarının tahrip edildiği ve Güney Kıbrıs'ta ikamet eden bir Kıbrıslı Türkün de bıçaklandığı şeklindeki bilgileri bizzat Hristofyas söylemiştir.

Böyle bir organize saldırı için, televizyonlarda izlediğimiz görüntülerdeki oyuncularımıza saldıran o “güruh” mutlaka bir hazırlanma süreci yaşamıştır. Bu bağlamda ise Rum polis ya da istihbarat elemanlarınca bu kişilerin fark edilmemeleri de mümkün değildir. Hele arkalarında finansman ve moral destek olarak Rum tarafının dini lideri Başpiskopos Hrisostomos olacak ve bu desteğin farkın varılmayacak, bunu kabul etmek mümkün değildir.

Ve bu noktada şu soru hemen akla geliyor: Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos kimdir? 

Hrisostomos; Fener Rum Patriği Bartholomeos’a bağlı bir başpiskopostur. Attığı her adımdan, yaptığı her davranıştan Fener Rum Patrikhanesi’nin haberdar olmaması da düşünülemez. 

Kısa bir süre evvel bu sitede ele aldığımız, Amerika’daki Yunan Kilisesi’nde ortaya çıkan “Çocuk İstismarları ve Yolsuzluk İddiaları” hakkındaki yazımızda; Rum Patrikhanesi’nin olaya müdahalesinin ne şekilde olduğunu yazmıştık. Bu yazımızda; yolsuzluk ve taciz sanığı papazın manastırdaki odasına girip eşyalarını alması için gereken izni verip vermediğini öğrenmek için Amerikan Polisi’nin olay esnasında Patrikhane’ye telefon açarak talimat aldığını, ilgili Yunan gazetesini de kaynak göstererek vurgulamıştık.

Şimdi Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos'un böyle maddi ve manevi yardım yaptığı aşırı ırkçı grup ELAM’a yapılan yardımlar için bilgi vermediğini düşünebilir miyiz? Hatta daha da ileriye giderek, kendi başına hareket eden, Dünya genelindeki Yunan kiliselerinin üzerinde ki bunlar arasında bizatihi Atina Başpiskoposu ve Aynaroz Manastırları da var. Zaman zaman Barholomeos’un gazabı bu kiliseler üzerinde baskı olarak baş göstermektedir. Kıbrıs Kilisesi’nin tek başına ya da hiç bilgi vermeden, icazet almadan hareket etmesi mümkün müdür? Böyle düşünmek için çok fazla pozitivist olmak ve bardağın sadece dolu tarafına bakar olmak gerekli...

Tarihte Rum Patrikhanesi’nin bu şekilde başka vukuatları da var! 1948 ile 1972 yılları arasında Patrik olan “Athenagoras” döneminde; İngiltere’den Kıbrıs’a Başpiskopos giden ve adata gitmeden Rum Patrikhanesi’ne uğrayarak talimat ve icazet alan “Kanlı Papaz Makarios”u da aynı Hrisostomos gibi Patrikhane atamıştı.

10-11 Kasım 2008’de Rum Patrikhanesi’nde Ortodokslar arası bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya katılan Hrisostomos'un ilk yaptığı işlerden biri; 1821 yılında, Osmanlı’ya karşı isyan hazırlığında iken yakalanarak asılan Patrik anısına kapatılan ve burada bir Türk büyüğü asılmadan açılmaması için fetva verilen meşhur ”Kin Kapısı”nın arkasında dua etmek olmuştur.

Rum Patriği’nin emrinde, onun alt hiyerarşisinde bulunan, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos’u ”Kin Kapısı”nın arkasında dua ederken ve Patrikhane’nin kapısında gösteren iki fotoğrafı bu yazımıza ekledik. Bu fotoğraflarla ilgili yorumu bu kadarla sınırlı tutacağız.

Demokratik Parti (DİKO) ve Rum Meclisi Başkanı Marios Karoyan, Başpiskoposu savunmaya çalıştılar. Irkçı ELAM ile Kıbrıs Kilisesi’nin maddi manevi bağı çok gizli ilişkileri gözler önüne sermiştir. Elimizdeki fotoğraflar, çok iyi bilinen Patrikhane ve Kıbrıs Başpiskoposluğu’nun ast/üst ilişkileri ve mutlaka Kıbrıs Rum Kesimi siyasilerinin kendi iç siyasi çekişmelerinin bir yansımasını bu yazımızda ortaya koyduk.

Türkiye topraklarında “Ortodoks Halifeliği” ile eş anlamlı sayılması gereken Patrikhane’ye “Ekümenik” sanının bir gün verilmesinin ülkemiz açısından ne kadar önemli olduğunu her fırsatta vurguluyoruz. Bu ürkütücü tablonun Kıbrıs tarafından da farklı bir görüntü görünmüyor ve bu bağlamda son derece dikkatli olunması gereklidir.


11 Ocak 2011 Salı

BOJİDAR ÇİPOF 10 OCAK 2011 BENGÜTÜRK TV (17.00 HABERLERİ)



Bojidar Çipof; 10 Ocak 2011'de, Bengütürk Tv 10.00 haberlerinde, "Günün Konuğu" olarak Erzurumda; Türkiye'ye kin kusan Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu ve Rum Patrikhanesi hakkında açıklamalar yapıyor

9 Ocak 2011 Pazar

YORGO PAPANDREU’NUN ERZURUM’DAKİ KONUŞMASI VE YUNAN “MEGALİ İDEA”SI



Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu; “2011 Kış Oyunları”nın tesis açılışı ve “Büyükelçiler Toplantısı”na katılmak üzere, 7 Ocak Cuma günü, Hellenic Air Force uçağı (Athena) ile Erzurum’a geldi. Kendisine en düzeyde karşılama yapıldı ve çeşitli bakanlar ile birlikte Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuğu oldu.

Papandreu Erzurum’a vardığında; basın mensuplarının görüntü almasına ve soru sorulmasına izin verilmedi. Buna gerekçe olarak da kendisinin İspanya üzerinden direk Erzurum’a geldiği şeklinde bir mazeret belirtildi. Sonraki gelişmeler ya da Papandreu’nun Büyükelçiler Toplantısı’nda yaptığı konuşmasına, düz bir mantıkla bakıldığında; orada yapacağı konuşmadaki “tümü” bozmamak için ya da olası bir soruya vereceği bir yanıtla ikilemde kalmaması, çelişkiye düşmemesi adına olsa gerek ki geldiğinde basından kaçtığı kanaatindeyiz.

Zira Papandreu’nun Erzurum’a gitmesi evvelinde, Yunanistan’da büyük bir yaygara kopmuş ve bütün muhalefet partileri ayağa kalkarak bu ziyareti bir “ihanet” olarak telakki etmişlerdi. Papandreu ile Tayyip Erdoğan arasında özel bir dostluk ya da yakınlık olduğu kendilerince ifade edilmekte ve birbirlerine “dostum” olarak hitap etmektedirler.

Birbirlerine “dost” diyen bu iki taraf acaba bunda samimi midir? Türkiye açısından bakıldığında Tayyip Erdoğan’ın en azından dostluk elini samimiyetle uzattığı ama karşı tarafın bunda pek de samimi olmadığı anlaşılmaktadır. Ne sıfatı olursa olsun, ilişkiler ne durumda olursa olsun, “Türk Misafirperverliği” diye yerleşmiş bir gelenek ve bir kavram ülkemizde vardır. Bu bağlamda; bizler de bir koşulda yabancı bir ülkede “misafir” isek en üst seviyede “saygılı” olmaya maksimum özen gösteririz.  Bir de vurgulamak gereken husus var ki o da bu davet; her ne kadar ikili bazı anlaşmaların gözden geçirilmesi, irdelenmesi için yapılmış olsa da yarı resmi bir davet şeklinde, bir spor tesisi açılışı ve Türkiye’de görevli büyükelçilerin bir toplantısına katılmakla sınırlı olduğudur. 

Yunanistan Hükümet Sözcüsü Yorgos Petalotis; Papandreu'nun Erzurum ziyaretinden sonra bu ziyaret nedeniyle, Papandreu'yu “Türkiye ile gizli diplomasi yapmakla suçlayan” muhalefet partilerinin eleştirilerini yanıtladığı açıklamasında, "Papandreu'nun yaptığı konuşmada; büyük “cesaret” ve “kararlılık” gösterdiğini" ifade etti.

Petalotis, bu açıklamada şöyle dedi: “Son yıllarda belki de ilk kez bir Yunanlı başbakan bu kadar şiddetle ve hem de belirli bir dinleyici kitlesi önünde milli çıkarlarımızla ilgili tezlerde bu denli cesaret, kararlılık ve açıklık gösterdi. Başbakan; Yunanistan ile Türkiye arasındaki işbirliğine apaçık ön koşullar koydu. İhlâllerin ve “Casus Belli”nin iyi komşuluk ilişkilerine yakışmayan ve Türkiye'nin AB perspektifi ile bağdaşmayan tavırlar olduğunu vurguladı. Kıbrıs sorununa uluslararası hukuk kurallarına saygı çerçevesinde adil ve kalıcı bir çözüm istedi. Yunanistan, bir kez daha PASOK hükümeti ile ses ve argüman sahibi olduğunu ve uluslararası alanda varlığını kanıtladı.

Böyle bir açıklamayı Yunanistan Hükümet Sözcüsü yapıyorsa; bu açıklama başta Başbakan olmak üzere Yunanistan Hükümeti’nin resmi görüşüdür. Buna başka bir tanımlama yapmak; mevcut diplomasi kuralları içinde mümkün değildir.

Papandreu'nun, Erzurum ziyaretine Yunanistan muhalefet partileri sert eleştiriler yaptılar ve Türkiye ile "gizli diploması” iddiaları yapıldı ile "Hükümet, milli duygulardan yoksun ve şeffaf olmayan bir dış politika uygulamaktadır" şeklindeydi.

Ana muhalefet olan Yeni Demokrasi Partisi’nin ND (Νέα Δημοκρατία) Başkan Yardımcısı Dimitris Avramopulos, yaptığı açıklamada şöyle konuşmuştu:  

Papandreu'nun, Erzurum'daki buluşmaya herhangi bir diplomatik hazırlık yapmadan ve belirli bir gündem maddesi oluşturmadan sürüklenmiştir. Başbakan'ın, Türk diplomatların toplantısına katılması ve Türkiye Başbakanı ile yapılacak gizli görüşmesi; bu dönemde zor bir dönemeçte olan Türk-Yunan ilişkileriyle ilgili olarak bizi endişelendirdi ve birçok soru oluşmasına neden oldu.” dedi.

Anadolu Ajansı’nın bu konudaki haberinde; muhalefet partisi dışında diğer Yunan partilerinin de çok sert açıklamaları yer aldı ki bunlar sitelerde bulunmaktadır. Aynanın Yunanistan tarafı ise çok daha vahimdir. Anlaşılması zor olan husus ise bizim ajanslarımızda bu tür tepkisel haberlerin yumuşatılarak verilmesidir. 

Bunun örneğini “Sümela’da” 15 Ağustos’ta yapılan ayin öncesi ve sonrasında ve Ayasofya’da “korsan ayin” yapmak üzere yola çıkan, ama son anda huduttan dönen Amerikalı milyarder Chris Spirou önderliğindeki grupla ilgili haberlerde üzülerek gördük. Keza; vatandaş yapılan 13 Yunan asıllı papazla ilgili olarak da aynı görüntü hâsıl oldu. Biz bu üç konuda da çok önceden ve sonrasında bu sitede yazılar yazdık ve toplumumuzu bilgilendirmeye çalıştık. 

Yunanistan’dan maalesef hiçbir zaman dostluk emaresi alamıyoruz. Gösterilen tüm iyi niyet taşıyan tavırlar, bir an geliyor ki başka bir olumsuz tavırla sil baştan edilmektedir. Aynı Papandreu gibi bir zamanlar ”dost” görünen Dora Bakoyanni; “Türkiye ile ilişkilerin iyileşmesine yönelik her türlü çabanın ilke olarak olumlu karşılandığını ancak Türkiye'nin tavırlarında Patrikhaneye ait taşınmaz bir malın iadesinin dışında bir değişiklik olmadığını” şeklindeki ifadesi ile o da gerçek görüşünü öne koymuştur. 

Erzurum’da kendisine gösterilen çok samimi ve saygılı ağırlama, gezilen yerler ve halka yaptığı konuşmasına Türkçe birkaç cümleyi okuyarak başlaması; Erzurum’a vardığında özellikle basından kaçmasının ne anlama geldiğini ortaya koydu. 

Papandreu; esas mermisini “Büyükelçiler Toplantısı”na saklamıştı. 

Ve orada da sıktı...

Nedendir bazen anlamak mümkün değil! Hani şu tavuğun yumurta düşürmesini misal ederek yapılan bir söylem var ya? Bazen o kadar ufak ayrıntılardan, o kadar mutlu oluyoruz ki! Aynı anda internette ve ertesi gün medyada daha çok şu haber yer aldı: “Papandreu, Erzurum’da Türkçe konuştu.”
 
Bizim Başbakanımız böyle sert bir konuşmayı, Yunanistan’da yapsa inanınız ki binlerce kişi aynı anda sokağa dökülür ve protestolar olur, Yunan Basını’nın böyle bir durumdaki tavrını ise tahmin etmek zor değil!

Papandreu özetle; şu ağır ifadeleri, büyükelçilerin, Türk Bakanların ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gözlerine baka baka söyledi:

KKTC’de Türk Askeri işgalcidir...”

Kıbrıs'ta işgal sürdükçe Türkiye AB üyesi olamaz...”

Türkiye neyi ispat etmeye çalışıyor. Tehditlerle hiçbir sorunu çözemezsiniz. Gerginlik aramızda ki ilişkileri zedelemektedir.”

Bu açıklamayı televizyondan canlı olarak tercümesiyle izledik! Bu; adına “dost” nitelemesi eklenen birine “yakışmayacak” bir söylemdir. Zaten o konulardaki “Yunan Milli Görüşü” -ki bunun bir adı da “Megali İdea”dır- bilinmektedir. Bu kadar ağır bir ifadenin misafir bulunulan ülkenin Başbakanı’nın yüzüne söylenmesini diplomasi gelenekleri ile de açıklamak mümkün değildir.

Bu canlı yayını izleyenler mutlaka şu görüntülere de dikkat etmişlerdir:

Papandreu, konuşmasından sonra oturduğu yerde, elini su bardağına sürekli attı, miligram mertebesinde yudumcuklar aldı durdu, sürekli gıcık var gibi yutkundu ve elini amaçsızca sürekli olarak alnına değdirdi durdu!

Bu görüntüleri eğer bir “psikiyatr” izlese muazzam bir sinir hali içinde ve gergin olduğunu ve o gezi süresince o ana odaklı bir görüntüde olduğunu tespit eder. 

Bu adamlar hiç bir şeyi hesapsız yapmaz ve söylemez.” Bu benim Bizans’ın varisi Rum Patrikhanesi’nin ince manevraları için sürekli söylediğim bir tümcedir...

Büyükada Rum Yetimhanesi’nin tapusunu Patrikhane’ye verdik...

13 Yunan asıllı papaza TC pasaportu da verdik...”

Şimdi:

Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmamızı istiyorlar...

Rum Patrikhanesi’ne Ekümenik olarak kabul etmemizi ve tüzel kişilik olarak tanımamızı istiyorlar...

Biz Patrikhane’ye her şeyi verelim, onlar Batı Trakya’da bizim seçilmiş Müftülerimize dayak atsınlar, halkın seçtiği bu Müftüleri yasal olarak kabul etmeyerek; sürekli dava üstüne dava açsınlar...

Yapılan tüm manevralarda; Kıbrıs’ta da öte olan husus Rum Patrikhanesi’nin “ EKÜMENİKLİĞİ”dir...

Lütfen artık bunu anlayalım...

Rum Patrikhanesi’ni Ekümenik kabul etmek = Türk Toprakları üzerinde “ORTODOKS HALİFELİĞİ” kurulmasını kabul etmektir...

Bir sonraki adım ise; “Megali İdea” doktrinine göre “BİR GÜN İSTANBUL; KONSTANTİNOPOLİS OLACAK ve BİZANS TEKRAR İHYA EDİLECEKTİR...

Nasıl ki Atatürk Lozan’da; çok sayıda başlıktan şu iki tanesini olmazsa olmazlarımız olarak, İsmet İnönü başkanlığındaki “Murahhas Heyet”e emretti ve “Bu iki konuda bir milim taviz olmayacak” dedi:

 Ne istiyorlardı?

 “Ermeni Yurdu Talebi” ile “Kapitülasyonların Zamana Yayılarak Kaldırılması

Şimdi bize aynısını Amerika ve AB ülkeleri bir blok halinde, o kadar fasıl, konu, sorun arasında; bu geride kalan iki konuyu; “Ruhban Okulu“ ve  “Ekümeniklik” konularını, en önemli konular olarak ve sürekli olarak bizden istemekte ve bu konularda baskı yapmaktadırlar.

Bundan öte artık endişelenmeye mahal var mı yok mu? Bunu biraz değil çok düşünmeliyiz...

Umarız yoktur... 

Ve umarız ki bir gün başımızı vurmak zorunda kalmayız...

Bakınız; Erzurum’da Yunan Başbakanı düzeyinde tarafımıza bir küfür edilmediği kaldı.  Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi; bir yandan limanları, bir yandan Rum Patrikhanesi’nin taleplerini dikte ettirmeye ve “Biz onay vermeden AB üyeliğinde bir fersah yol alamazsınız” babında irade ortaya koymaktadırlar. 

Bir zaman evvel Rum Patriği Bartholomeos’un “AB yolu Patrikhane’den geçer” dediğini de belleğimizden çıkartmayalım. Bu oyun bir “tüm”dür.  PatrikhaneEkümeniklikRuhban Okulu ve Kıbrıs bir “tüm”dür ve “Tüm”ün adı da “Megali İdea”dır...